16 Ağustos 2008 Cumartesi

Dünyayı Değiştirmek Üzerine


Dünyayı Değiştirmek Üzerine



Şimdi her zamankinden daha çok var olan her şeyin acımasız eleştirmeni olmalıyız. Karl Marx


Marksizm ve Devrimci Romantizm


Devrimci romantizm , kapitalizm öncesi toplumlara duyulan nostalji ve kültürel bir kapitalizm eleştirisidir. Kapitalizm öncesi derken feodal topluma öykünme yoktur. Orta çağa referans vardır ama Orta çağda farklı toplumsal yapılar vardır. Hiyerarşik kurumlarla ,eşitlikçi , kollektivist gens cemaatinin kalıntıları vardır.

19.yüzyıl romantizmine iki farklı karakter dikkat çeker : Rousseau ve Burke. Biri 1789 Devriminin savunucusu diğeri devrimin amansız düşmanı.

Genel olarak:

  • Katolik ortaçağa dönüş ; reform , Rönesans'a ve kapitalizmin gelişimi öncesine dönüş.


  • Her şeyi Fransız Devrimi tarafından dokunulmamış haliyle muhafaza etmek isteyenler ( Burke ve çevresi)


  • Kapitalizmin öncesi toplumlara dönüşü imkansız gören “ büyüden kurtulmuş “ romantizm ( Tönnies , bir ölçüde Weber)


  • Hem geçmişe dönüş hayalini taşıyan hem de bugünkü kapitalizmle uzlaşmayı reddeden , çözüm gelecekte arayan , “ devrimci romantizm” . (Fourier , Landauer , Bloch ) olarak ayrılabilir.


Marksizm ile devrimci romantizm ilişkisi; Marx'ın yazılarında devrimci romantizme yakın birçok şey bulunmaktadır. Marx ve Engels'in okudukları yazarlardan Carlyle'de de romantiklik görülür. Balzac'ın da etkisiyle ortak olarak:

    a) Burjuva toplumdaki ilerlemeciliğin reddi

    b) Kapitalist ilerlemenin çelişkinliğine ilişkin anlayış

    c) İnsani bakış açısından ve geçmişteki cemaatlerle kıyaslandığında endüstriyel kapitalist uygarlığın, bazı bakımlardan sapma olarak görülmesi düşünceleri gelişti.


Radikal anti-romantik bir marksizmde Plekhanov'da doğdu. Endüstriyel ve evrimci kapitalist ilerlemeye hayranlık duyardı bu eğilim.

19. yüzyıl sonu , 20. yüzyıl başı ve İkinci Enternasyonel Marksizminde devrimci romantizm kaybolmaya başladı. Daha sonraları Rosa Luxemburg eserleriyle devam ettirdiği söylenebilir.


Lukacs ise romantikliği Luxemburg veya Marx-Engels'in düşüncesinden farklı olarak yeni referans olarak , ilkel komünizm değil belirli kültürel grupları almasıydı.

1928!de Lukacs , devrimci romantizm karşıtı olur. Carl Schmitt'in kitabıyla ilgili değerlendirmelerinden anlıyoruz bunu. Schmitt'in “romantik düşüncede siyasal içerik yoktur “ görüşünü destekleyerek romantiklerin tutarsızlığını , siyasal eylemlerin önemsizliğini , bilimselliğe ters düşen öznelciliğini , abartılmış estetizmini tartışır.

1930'larda devrimci romantizme tekrar yaklaşıyor Lukacs. Bunu da Dosyoyevski'yle ilgili yazdıklarından anlıyoruz.


Marksizm ve Ütopyacı Görüş


Günümüzde marksizmin krizi diye bahsedilen şeyin ana akım medyanın eseri olduğunu biliyoruz. Geçmişteki Stalinist yapı ise teorik bir sapma kadar , kapitalizmi ortadan kaldıran toplumlarda , terör kullanarak varlığını sürdüren otoriter , totoliter devletlerin formülüdür. Ve bu devletlerde iktidar kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından ayıran bir tabaka tarafından – bürokrasi - tekelleştirildi. Bu tabakanın sınıf ve kasttan çok bir “zümre” bir tarikata benzer. Bu tablo Marksizmin bir karikatürüdür.

Marksist otorterizmin ciddi bir eleştirisi yoktur. Anarşistler ve liberlerler bu eleştiriyi yüzyıldır yapmaktadır. Bu argümanları yanlış olduğu için reddediyoruz (!) Ancak bunlar sahici argümanlardır.

Marx aslnda anti-otoriter bir devrim perspektifi belirtmiştir. Seçkinci devrimci modelden kopmuş ve yeni dünya görüşünün tohumunu atmıştır.

Hem aydınlanmacı felsefe materyalizmi hem de yeni Hegelci idealizmi ( toplumu değiştirmek için insan bilincini kurtarma) reddederek felsefenin Gordion düğümünü kesti. Feuerbach üzerine 3. tezinde koşulları değiştirmenin devrimci praxisle elele gittiğini söyler. Sömürülen ve ezilen kitleler ancak kendi devrimci praxislerinin içinde , kendi deneyimleri aracılığıyla , hem onları zincire vuran dışşal koşulların ( sermaye ve devlet) hem de önceki gizemlileştirilmiş bilinçlerinin üstesinden gelebilirler. Başka deyişle , özgürleşmenin yegane sahici formu kendini özgürleştirmektir.

Bugün Marksist bir ütopyaya ihtiyacımız var. Marksist düşüncenin kapılarını dünün ütopyacı sosyalistlerinden , romantik eleştirmenlere , Fourier'in düşlerinden , anarşizmin liberter fikirlerine kadar geleceğe ilişkin bütün içgörülere açmak zorunludur.

Sosyalizm şuanki gerçeklikte var olmaz. Gelecek mücadelesinin nihai sonucu olarak yeniden icat edilmesi gerek: Bunun anlamı özyönetimi , cinsiyetler arası yabancılaşmış ilişkileri , insan-doğa dengesinin yapılanmasını , demokratik sosyalizm imkanlarının yeniden kurulmasını tartışmayı teşvik etmektir. İleri düzeyde araştırılması gereken ütopyacı unsurlar arasında şunlar olabilir:


  • Doğayla uyumlu yenilenebilir enerji temelli yeni bir üretim ve teknoloji sistemi

  • Emeğin gerçek anlamda özgürleşmesi. Sadece mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi yoluyla değil emeğin doğasının yeniden tanımlanmasıyla değişiklik yapılması. Emeğin cinsel bölünmesi , kol etkinliği ile entellektüel etkinlik arası geleneksel ayrımın ortadan kalkması. Grundrisse'de Marx endüstriyel kapitalizmi emeğin niteliksel , sanatsal boyutunun değerini düşürmekle eleştirdi vedaha saf anlamda mekanik br etkinlik haline geldiğini söyledi.

    Bu nedenle bu süreçte , insan emeğine onun “sanat nitelikleri” 'nin yeniden kazandırılması da gereklidir.

  • Artan mal ve hizmetlerin ihtiyaçlara denk düşecek şekilde serbestçe dolaşımı , dağıtımı ve buna paralel olarak meta üretiminin ve paranın rolünde azalma.

  • Gerçek anlamda hiyerarşik ve baskıcı olmayan toplumsal cinsiyet ilişkilerinin toplumun bütününe yayılması.

  • Halkın öz yönetimi ve doğrudan denetiminin olduğu demokratik ve merkezi olmayan bir ekonomik toplumsal yaşamın örgütlenmesi.








Marksizm ve Din


Tanrıya inanan devrimciler ile inanmayanlar arasında yeni bir kardeşliğe tanık oluyoruz.

Dinsel acı , aynı zamanda gerçek acının da , gerçek acıya karşı protestonun da ifadesidir. Din , ezilen yaratığın iç çekişi , kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu gibi. O , halkın afyonudur “ Marx

Engels tespitlerinde , farklı sınıfsal yapıların farklı farklı dinleri kullandığını yazıyor. Bu insanların bu dinlere inanmaları ya inanmamaları farketmez. Burada din kılığına bürünmüş sınıf çıkarlarını görüyoruz.

Engels kiliseyi homojen bir yapı olarak görmeyip farklı tarihsel konjöktürlerde farklı sınıf bileşenlerine sahip olduğuna dikkat çeker. Bir yanda reformasyon sonrası yüksek ruhban sınıfı öte yanda reformasyon ideolojilerine ve devrimci köylü hareketlerine destek veren alt ruhban sınıfı vardır.

İlkel Hristyanlık aynı modern sosyalizmde olduğu gibi ezilenlere ve yönetenlerin ağına düşmüş insanlara hitap etti. Aradaki fark Hristyanlık kurtuluşu daha sonrada , sosyalizmin ise bunu bu dünyada aramasıydı. Aslında bu fark o kadar da net değil , peygamberin krallığının yeryüzünde de kurulmasını isteyenler de vardı (Munzer)


Kurtuluş teolojistleri daha çok Batı Marksizmine bağlıdırlar. En çok alıntı yapılan yazar Ernst Bloch 'tur.

Hrisyan Marksist teolog Gutierrez : “ Bizi ezenlerden nefret etmeyiz , kendi yabancılaşmalarından , hırslarından - tek sözcükle insalık dışı durumlarından - özgürleştirerek onları da kurtarmak istiyoruz. Bunu yapmak için azimle ezilenlerin safında yeralmak , etkin biçimde etkin biçimde savaşmak zorundayız.

1973 'te Brezilya'da piskoposlar bir döküman yayınladılar :

Kapitalizmin üstesinden gelmeliyiz. O , en büyük kötülük , birikmiş bir günah , çürümüş kökler , gayet iyi bildiğimiz yoksulluk , açlık , hastalık ve ölüm meyveleri veren ağaçtırç Bunu yapmak için üretim araçlarında özel mülkiyeti aşmak zorunludur”

Devrimci Hristyanlar “kalkınmacı” mantığın ağına düşmüş pekçok Marksistten daha çok bu “ az gelişmişliğin gelişmesinin “ yarattığı sonuçların farkındadırlar.

Din pek çok noktada “ halkın afyonu “ rolünü oynamaya devam ediyor olsa da halkın alarm zili olarak ezilenleri uyuşukluktan , pasiflikten kadercilikten çıkararak harekete geçiren ve onları kendi hakları , güçleri ve gelecekleri hakkında bilinçlendiren bir çağrı olarak görülemez mi?

Marksistler dinle ilgili geleneksel düşüncelerini yeniden değerlendirmelidir.




Weber – Marx 'a Karşı : Protestan Etikte Tarihsel Maddecilik Polemiği


Marx'a göre batılı akılcılığı açıklamak için yapılan her girişim , ekonomik faktörün temel önemini kabul ederek , hepsinden çok ekonomik koşulları hesaba katmalıdır ; Öte yanda , Weber'e göre kaptalizmin ruhu ancak Protestan Reformasyonunun bazı etkilerinin sonucu olarak ortaya çıkabildi. Yani Weber'in meselesi , Protestan ahlakıyla , kapitalizmin gönül yakınlığıdır.

Weber gibi Marx da kapitalist ruhun yapısal akıldışılığına inanır . Ancak Marx , bu akıldışılığı Weber'in öne sürdüğü gibi dışsal , ekonomik olmayan , dinsel güçlerin ürünü olarak değil kapitalist üretim tarzının doğal , içsel ve esas karakteri olarak görür.






Marksizm ve Ulusal Sorun


Proleteryanın birleşik siyasal mücadelesinin yerine “ bir dizi steril ulusal mücadele” geçirilmemelidir.” Rosa Luxemburg


Rosa Luxemburg'un ulusal soruna dair bazı görüşleri :


  • Ulusların kendi kaderini tayin hakkı , Çernişevsky'nin ilan ettiği o gülünç “ herkesin altın tabaktan yeme hakkı “ gibi soyut ,metafizik bir haktır.

  • Her ulusun ayrılma hakkı olduğunu savunmak aslında burjuva ulusalcılığı savunmak anlamına gelir. Ulus bir örnek ve homojen olarak varolamaz.

  • Küçük ulusların bağımsızlığı , tarihsel olarak mümkün değildir.


Emperyalizm çağında “ ulusal çıkar” mücadelesi büyük sömürge güçleriyle ilişki bakımından değil , “ büyük güçlerin emperyal satranç tahtasında sadece birer piyon olan” küçük uluslar içinde bir mistifikasyondur.


Ulusal sorunla ilgili Luxemburg 4 temel hatayı ele alır:


  • Ekonomik olarak bağımlılığı süren ulusun siyasal bağımsızlığı da olamaz diyerek ( Polonya- Rusya)

  • Ulus ona göre kültürel bir fenomendi Ekonomik ya da ideolojiye eşitlenemeyen somut formu , bağımsız ulus devleti önemsememe eğilimi vardı. Aslında bağımsız ulus devlet kurma hakkını reddetmenin tam da ulusal baskının temel biçimlerinden biri olduğunu anlamamıştı.

  • Luxemburg , ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı taşıdıkları devrimci potansiyeli kavrayamadı. Başka deyişle , bu ulusalcı hareketlerin ikili doğasının karmaşık ve çelişkin diyalektiğini anlamamıştı. Rus devrimini , Lenin gibi proleterya önderliğinde bir devrim olarak değil , saf anlamda bir işçi sınıfı devrimi olarak gördü.

  • Ezilen ulusların kurtuluşunun sadece ütopyacı , gerici küçük burjuvazinin değil , aynı zamanda proleterya dahil bir bütün olarak kitlelerin talebi olduğunu ; Rus proleter ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kabul etmesinin , onun ezilen ulusların proleteryasıyla dayanışmasının vazgeçilmez bir koşulu olduğunu anlayamadı.


Troçki


Troçkinin ulusal sorundaki konumu Leninle , Luxemburg arasında orta yol olarak tanımlanabilir.

1- ) Tarihsel-ekonomik yaklaşım:

Savaşla birlikte Troçki , ulus devletin yıkımını haber veriyordu. Ona göre gelecekte ulus kavramı “ kültürel ve ideolojik , psikolojik “ bir kavram olarak kalacaktı. Luxemburg gibi o da ekonomiye kültüre indirgeme yaklaşımı içindeydi.


2- ) Somut siyasal yaklaşım :

Luxemburg'un aksine ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının uluslar arasında barışın koşullarından biri olduğunu ilan etti. Ayrıca bağımsız Polonya perspektifini destekledi.

Yazılarında modern toplumun en önemli üretici gücü olarak işçi hareketini ele alıyordu. Ancak yaptığı ayaklar altına alınan bir siyasal ölçütün önemini kanıtlamaktı. Ne var ki ekonomik gelişmenin merkezileştirici gereklerine dönüyor ve bu da ulus devleti üretici güçlerin gelişmesine engel oluşturduğu için yıkmayı gerektiriyordu. Bu ikilemden ekonomizme götüren bir hareketle kurtuldu : “ Devlet esas olarak ekonomik örgütlenmedir , ekonomik gelişmenin ihtiyaçlarına uymak zorunda kalacaktır. “

1917'de bu konumundan vazgeçti ve Leninist anlayışı benimsedi.


Pannekoek ve Strasser


Her iki yazarın da anafikri sınıf çıkarının çıkarın üzerinde olduğuydu. Bunun nedeni birincisinin ekonomik kökenlerinden ötürüydü.


Avustro-Marksistler


Karl Renner

Yöntemi anayasalcı/meşrudır. Ulusal sorun karşısında tutumu “ sosyal devletçiliğin “ ışığında anlaşılmalıdır. Esas amacı Avusturya'nın çözülmesini durdurmak , yani tarihsel Avusturya devletini kurmaktır.

Renner'in ulusal sorunu depolitize etmeye , idari ve anayasal bir soruna indirgemeye , bir hukuk sorununa dönüştürmeye çalışmasının nedeni paradoksal biçimde bu devletçilikte yatıyordu.


Otto Bauer


Bauer'in büyük eseri “Ulusal Sorun ve Sosyal Demokrasi” , Renner'in yazılarından çok daha büyük bir teorik ağırlığa sahipti. Ne var ki Avustro-Marksizmin öncülüğünü Renner'le paylaşıyordu.

Bauer'in çözümlemesinde garip olan , psikolojik terimlerle tanımlanan belirsiz ve gizemli “ ulusal karakteristikler “ kavramı temelinde oluşturduğu ulusal sorun teorisinin psiko-kültürel niteliğiydi: “ Amaç ayrılığı , aynı uyaranların farklı hareketleri kışkırtabilmesi ve aynı dışsal durumların farklı kararlara yol açabilmesi olgusu.” Aslında kökeni neo-Kantçı olan bu kavram saf anlamda metafizikti . Bauer'in Marksist muhalifleri tarafından ağır biçimde eleştirilmesi pek şaşırtıcı değildi.

Bauer'in teorik inşasındaki ikinci anahtar kavram , kuşkusuz ulusal ekonomiyle ilgili bütün stratejisinin temelini oluşturan ulusal kültürdü. Çözümlemenin kültür düzeyine yerleştirilmesi doğal olarak kişiyi siyasal sorunu ihmal etmeye götürür: Ulus devletlerin yaratılması yoluyla kendi kaderini tayin. Bu anlamda Bauer'in “ kültüralizm” I Renner'in “hukuksalcılığı”yşa aynı metodolojik rolü oynuyordu : Ulusal sorunun depolitize edilmesi.



Stalin


- “Ulusal karakter “ , “ Ortak psikolojik oluşum “ ya da ulusların “ psikolojik özelliği” gibi kavramlar Leninist değildir. Hatta bu ulusal psikoloji fikri Marksist bir ulusal sorun çözümlemesinden çok yüzeysel ve bilim öncesi bir folklörü andırmaktadır.

  • Bu kavramlar ulus kavramına Lenin'de asla bulunmayan dogmatik ( ortak dil , bölge , ekononomik yaşam) bir sınırlama getirdi ve katılaştırdı. Lenin'in yazılarında hiçbir zaman bu kadar katı ve keyfi ulus tanımı bulamayız.


Stalin , ezilen ulusların ulusalcılğıyla , Büyük Rus Çarlığı baskıcı ulusalcılığı arasında hiçbir ayrım yapmadı . Oysa Lenin bu ayrımın mutlak anlamda kesin olduğunu düşünmenin yanısıra Büyük Rus Ulusal Şovenizmine teslim olanlara her zaman sert biçimde saldırdı.



Hegel'in “Mantık” 'ından Petrograddaki Finlandiya İstasyonuna


Lenin , Nisan tezlerini orada bir zırhlının üzerinden okudu. Bu konuşma hem Bolşevik hem Menşevikleri şok etmiş , öfkelendirdiği de olmuştu. Bu hayret ve öfkeler sadece II. Enternasyoneldeki “ ortodoks Marksizm” geleneğinden kopuşu gösteren belirtilerdir.

Soyut ve katı bir ilkeden çıkarılan bir siyasal sonuca göre , “ Rus Devrimi ancak burjuva olabilirdi: Rusya sosyalist bir devrimin gerektirdiği ekonomik olgunluğa sahip değildi”


Ya Sosyalizm Ya Barbarlık


Sosyalizmi ilk kez tarihsel zorunluluğun “ kaçınılmaz” ürünü olarak değil , nesnel bir tarihsel imkan olarak ortaya koyan bizzat Rosa Luxemburg'tur. “ Nihai Zafer” ya da proleteryanın yenilgiye uğraması ; peşin olarak , ekonomik belirlenimciliğin 'bronz yasaları' tarafından belirlenmez. Bilinçli eyleme , proleteryanın devrimci iradesine bağlıdır.


Gramsci ve Lukacs


Batı Marksizminin kurucuları olarak sunulurlar. Görüşleri paraleldir. Aralarındaki yakınlık birinin diğerine '”etki” ' sinden ötürü değildir.

İkisi de romantik-antikapitalist sosyalizmin temsilcisi Sorel'den yararlandılar. Gramsci'nin ana teması devrimci bir anti-kapitalizm çerçevesinde işçi ve köylü birliğinin zorunluluğudur.


Geçmişin Şiirselliği , Marx ve Fransız Devrimi


Kuşağının birçok entellektüeli gibi Marx da Fransız devriminin büyüsüne kapıldı. Onun gözünde tarihin kaydettiği en muazzam devrimdi.

1789 Devrimi ,zora düştüğünde müttefiki olan köylüleri terk etmedi. Feodalizmi yıkmanın ve köylülerden oluşan yeni toprak sahipleri sınıfı oluşturmanın kendi yönetimlerinin temeli olduğunu biliyordu.

1848 Alman burjuvazisi , aynı kandan geldiği , doğal müttefiki olan köylülere ihanet etmekte duraksamaz.

Burjuvazinin iktidarı için gerekli maddi koşullar oluşmadan proleterya burjuvazinin siyasal hakimiyetini yıkar ise bu ancak geçici bir zafer olacaktır. Dolaylı olarak Fransız devrimine gönderme yapılıyor. Marx'ın 1794 olaylarını proleterya zaferi olarak ifadesi şaşırtıcıdır.

Fransız devrimi yeni dünya düzenine ilişkin anlayışlarının komunizm fikirlerinin ve feminizmin doğmasını sağladı.

Fransız devrimi sadece bir başlangıçtı. Mücadele devam ediyor.


Marcuse ve Benjamin , Romantik Boyut


Marcuse ve Benjamin'in ortak bakışları olduğu söylenebilir.İkisi de kapitalizm öncesi cemaatlere duyduğu nostalji ve sanatsal Kultur'ü , burjuva toplumun karşısına koymuştur.

İkisinin entellektüel evrimleri arasında çarpıcı benzerlik vardır. İkisi de 1920'lerde Lukacs ve Kersch'in etkisiyle Marksizme yöneliler , 1930'larda Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsüyle bağlantı kurarlar ; ikisi de bir sosyalist devrimci dönüşüm umuduyla sosyal demokrasiye oldukça eleştirel yaklaşırlar , komünist partiye katılmazlar.

Marcuse'in hayatı boyunca , Marksizmi , biri romantik biri akılcı iki kutup arasında gidip geldi. Ona görebu ikisi ortak bir unsurda birleşiyorlardı: İnkâr. Fikirle veriler arasındaki zıtlık.

1930-1940'lar akılcı kutup Marcuse'de ağır basar. 1925'lerden sonra sanat ,edebiyat , bunların gerçeklikle zıtlığı , gelecek 30 yıl boyunca yazılarında kaybolmaya yüz tutar.

Marcuse felsefe ile edebiyat arasında yerleşik durumla ilişkileri bakımından temel bir farklılık olduğuna inandığı görülür : “ Sanatın güzelliği – teorinin doğruluğuna ters düşerek – mevcut kötülükle bağdaşabilir. Bu nedenle yanılsamalı özgürlük ve mutluluğuyla bu “ olumlayıcı” kültür alanının karşısına Marcuse , “ ruh” kavramına yabancı ve tinin eleştirel akılcılığına bağlı olan akılcı felsefe geleneğini - Descartes , Kant , Hegel – çıkarır.

1941'de Akıl ve Devrim de zirveye ulaşan bu akılcı yönelim Benjamin'in çalışmalarının neden görmezden gelindiğini açıklayabilir.

1955'ten son yazılarına kadar Marcuse , Eros ve barışın hükmettiği bir dünyanın sanatının ve romantik sanatsal idealinin cazibesine bir kez daha kapıldı.

Faşist dönemin başlarında Benjamin şöyle yazıyordu:

Umut bize yalnızca umutsuzlardan ötürü verilmiştir” Goethe'nin Gönül Yakınlıkları üzerine denemesinden alınan bu pasaj , kendi özgün bağlamı içinde Marcuse'nin doğrudan siyasal bir yorum kazandırdığı derin bir dinsel anlam taşır.

Burada ortak bir unsur , ikisininde düşünce tarzına özgü bir nitelik bulunabilir. Bu nitelik umutsuz umut ya da kötümser devrimcilik olarak tasarlanabilir. Hem Marcuse hem de Benjamin tarihin “doğal gidişatı” 'nın üretici güçlerin gelişmesinin ya da kaçınılmaz toplumsal ilerlemenin akılcı ve özgürleşmiş bir topluma götüreceğini reddederler. Her ikisine göre , Benjamin'in formülleştirdiği üzere , devrimler “ tarihi tersine doğru taramayı” öğrenmelidirler. Devrim , kendini akıntıya vererek yüzmek değil ; tarihin kör güçlerine karşı , zorlu bir mücadele sonucu önceden görülemeyen sert ve uzun bir savaştır.

Hem Marcuse hem Benjamin mevcut toplumsal düzenin mutlak inkârından yanadır. Her ikisi de radikal bir devrim özlemi duyar ve ezilen grupların ezenlere karşı şiddet kullanma gereğini kabul eder.

Herikisi de her türlü reformizme ve aşamacılığa uzlaşmaz biçimde karşıdır ve devrimi , var olanın iyileştirilmiş versiyonu ya da ilerlemeci evrimin kümülatif sonucu olarak değil , tarihsel sürekliliğin bir infilâkı , bütünüyle yeni bir başlangıç olarak algılar. Bu yeni gelecek , aynı zamanda paradoksal olarak kapitalizm öncesine , geçmişe dönüş anlamına gelir. Benjamin'in ünlü imgesinde belirttiği gibi çözüm “ kaplanın geçmişe doğru diyalektik sıçrayışı”dır.

Paylaştıkları diğer bir görüş , ikisininde sadece kapitalizm değil , daha genel olarak , sanayi toplumunu , şeyleşmiş teknolojiyi ve yabancılaşmış üretkenliği , doğanın tahribini ve ilerleme mitini de eleştirmeleridir.

Marcuse'in Benjamin üzerine denemesinde yazdığı gibi “ Benjamin ,doğayı sömürülecek 'bedava geçim kaynağı ' olarak gören iğrenç ilerlemeci üretkenlik kavramının tersine Fourier'in toplumsal emek fikrini benimser: “ doğayı sömürmekten uzak , rahminde potansiyeller olarak uyumakta olan evrenleri doğurma yeteneği' ne sahip toplumsal emek . Baskıcı şiddetin kefaretini ödemek , kurtulmuş insanlık için , kurtulmuş ve kefaretini ödemiş doğaya denk düşer.” İkisinin de Sovyetlere bu kadar eleştirel olmasının bir nedeni de budur. Onların gözünde Sovyetler batının karşısında gerçek bir alternatif oluşturmamıştır. Öte yandan ikisi de modern teknolojinin özgürleştirici imkanlarını kabul eder. Benjamin için bu kültürel alanda sinemaya , Marcuse için ekonomik alanda otomasyona uygulanır.


'İlerleme'ye Karşı Devrim : Walter Benjamin'in Romantik Anarşizmi:


Benjamin'in liberter ütopyası neo-romantik bir duygu yapısında zemin bulur.

Benjamin'in toplumsal görüşleri romantik anti-kapitalizme ve bu yaklaşımın onarımcı özlemlerine en yakın kişilerden : liberter , anarşist ya da anarko-sendikalist düşünürlerden ; George Sorel ve Gustav Landauer'den etkilenmiştir.

Werner Kraft'a göre Benjamin'in anarşizmi belirli bir “sembolik” nitelik taşıyordu : ne sol ne de sağdaydı . “başka bir yerde” 'ydi. Benjamin'in kendine özgü anarşizm formunun anahtarı Yahudi Mesiyanizmi ile ilgili olan ilişkisinde yatar: En iyi şekilde bir gönül yakınlığı olarak çözümlenebilecek bir ilişki.

Benjamin'in liberter görüşlerini ifade ettiği örneklerden bazıları , “Şiddetin eleştirisi ” , ”Polis” ( “şiddetin olabilecek en yozlaşmış biçimi”) , Parlemento (“sefil temsil”) makaleleridir.

Anarko-sendikalistlerle , Bolşeviklerin tahrip edici anti-parlementer eleştirileri kadar proleteryanın genel grevi “yegane göre devletin şiddetini tahrip etmek “ 'ten ibaret bir eylem olarak gören Sorelci düşünceyi de över. Sorel'den farklı olarak , farklı bir teolojik mesiyanizm alanına geçer., saf ve dolaysız devrimci şiddet. Sadece bu şiddet 'yasa yıkıcı' dır.

Tiedeman'a göre Benjamin'in temsil ettiği siyasal praksis , Marksizmin ölçülü praksisinden çok anarşizmin çoşkulu praksisiydi.

'İlerleme'nin Eleştirisi” , Benjamin'in en sarsıcı çıkışlarından biridir. Bu çıkış yapıtında , neo-romantik kökenden gelen , kendine özgü ve yıkıcı bir nitelik alır. “İlerleme” 'ye duyulan bu temel ve esas güvensizliği , diyalektik One Way Street (Tek Yönlü Yol – 1928) imgesinde buluruz. Burada anti-burjuva devrim , “ ekonomik ve teknolojik devrimin neredeyse hesaplanabilir belirli bir noktasında “, yani iki bin yıllık insan kültürüne son verecek patlamadan önce , yanan fitil dinamite ulaşmadan kesme eylemi olarak gösterilir.

İlerleme” kavramı felaket fikrini temel almaktadır. İşlerin bu şekilde devam etmesi felakettir.


Din , Ütopya ve Karşı Modernite : Walter Benjamin'de Tarih Meleği Alegorisi


Petit Robert'e göre sözcük , Latince son zamanlarda anlamını taşıyan modo 'dan gelir. O halde modern “ görece yakın çağa ait “ ya da “ şimdiki ,çağdaş “ anlamına gelir. Bu tam da zamanın hareketidir. Böyle bu kavram oldukça boş görünür , somut ve kesin bir içerikten yoksundur. Yine sözlükten , modern , “ tekniğin , bilimin yakın zamanda gerçekleşen ilerlemesinden yararlanan” 'dır. Modernite böylece ilerleme kavramyla , yani yeni olanın olumlanmasıyla yakıntan bağlantılı olur.

Modern endüstriyel toplum var olduğu 2-3 yüzyıldır din , ilerleme ve moderniteye , en farklı direniş formlarının başlıca kültürel ve sembolik kaynaklarından birini oluşturmuştur. Bunun başat formu “ gelenekselcilik ve tutuculuk “ biçiminde dışa vurur.

Bazı çevrelerde de ütopik-dinsel ilerleme ve modernite eleştirisinin güçlü formlarının açığa çıktığına tanık olunurdu. Dindarlığın renklendirdiği bu anti-modern romantizm Almanya'daki kültürel hayata başlıca akınlarından biriyse bu , devrimci ve ütopyacı bir çizgiyi benimseyen toplumdışı Yahudi entellektüel sayesinde olmuştur. Yahudi /Alman devrim teolojisinin en radikal ve özgün temsilcisi de kuşkusuz W.Benjamin'dir.

Benjamin'in “anti-ilerleme” üzerine en önemli dökümanı “Tarih Kavramı Üzerine “ başlıklı tezidir. “Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söyledi. Ama belki de onlar başka şeydir. Devrimler , bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir.”

Benjamin'e göre Tarih Meleğini güçsüz bırakan şeyi tamamlayabilecek olan sadece Mesih'tir. Yaraları sarar , ölüleri diriltir ve paramparça olan herşeyi birleştirir.

Benjamin için geleceğin sınıfsız toplumu (yani cennet ) tarih öncesinin sınıfsız toplumuna saf ve basit bir dönüş değildir. Diyalektik bir sentez olarak kendi içinde insanlığın bütün geçmişini taşır.


Yangın Alarmı , Walter Benjamin'in Teknoloji Eleştirisi


Marx ,Grundrisse'de sermayenin büyük uygarlaştırıcı etkisinden kararlılıkla söz eder. Ama genede makinanın , emeğin , bütün bağımsızlığını ve cazip özelliğini çaldığını kabul eder. Kapitalist üretim , insan ile yeryüzü arasındaki metabolizmayı altüst eder . Toprağın sürekli verimliliğini sağlayan engin doğa koşullarını tehlikeye sokar . Sonuç olarak hem kentli işçinin fiziksel sağlığını hem de kırsal işçinin ruhsal hayatını tahrip eder.

Romantik ekonomistlerin aksine Marx , teknolojinin kendisini değil , sadece kapitalizmin onu kullanış tarzını eleştirir. O halde makinelerin ve endüstriyel teknolojinin kapitalist sonrası ya da sosyalist kullanımını nasıl anlamamız gerekir? Sosyalist bir toplumda teknik ilerleme “ toplumun zorunlu emeğinin asgariye indirgenmesine izin verir ve serbest zamanları içinde bireylerin tümü için yaratılan imkanlar sayesinde sanatsal ve bilimsel gelişime olanak verir.

Bu teknolojinin ister kapitalist ister sosyalist tarzda kullanıabilir tarafsız bir araç olduğu anlamına mı gelir?

Benjamin ise teknolojiyle sistematik biçimde asla ilgilenmedi. Benjamin teknolojiye yönelik tutucu kökleri , romantik gelenekte bulunabilr. Alman romantikleri ve neo-romantikleri ahlaki-kültürel , dinsel ve toplumsal değerlerin organik yapısını oluşturan Kultur adına Zivilisetien 'ı eleştirdiler. Onlar kapitalizm öncesi hayata nostaljik bir özlem duyarak özellikle makineleşmenin ; iş bölümünün ve meta üretiminin kaçınılmaz sonuçlarını ortaya koydular.

Benjamin , teknik ilerlemenin askeri kullanımını en genel insalık-doğa ilişkisi sorununa bağlar : Teknoloji doğanın efendisi , “ emperyalist bir öğreti “ olmamalı , doğa ile insan arasındaki ilişkinin efendisi olmalıdır.

Benjamin , hem teknik ilerlemenin yeni toplumsal düzenin ekonomik temellerini atarak tek başına sosyalizme götürdüğünü hem de proleteryanın mevcut (kapitalist) teknik sistemi olduğu gibi devralmak ve daha da geliştirmek zorunda olduğu inancını reddeder. Aslında daha da derinde onun eleştirdiği tam da doğaya karşı bir “üstünlük” aksiyomu ya da teknolojinin “doğa sömürüsü” 'dür. Pozitivist anlayışa göre , doğa bedava geçim kaynağıdır. Yani bir metaya indirgenir ve ancak değişim değerine göre tasavvur edilir ve insan egemenliği tarafından sömürülür.