12 Aralık 2008 Cuma

Bizim neyimizi affedecekler?

Tarihler 1994 'ün Ocak ayı.. Meksika , Chiapas'ta ayaklanan Zapatistlere , başkan Salinas tarafından af teklif ediliyor. Zapatistler de cevaben "Bizim neyimizi affedecekler " başlığında , aydınlarca, karşılığı verilemeyecek denli mükemmel , bir yazı yayınladı. O yazının elimdeki kısmını paylaşmak istiyorum :
" Neden dolayı affımızı istememiz gerekiyor ki ? Neyimizi affedeceklermiş bizim? Açlıktan ölüp gitmeyişimizi mi? Sefaletimiz karşısında suskun kalmayışımızı mı ? Sırtımıza yüklenen şu devasa tarihi aşağılanmışlık ve terk edilmişlik yükünü tevazuyla taşımayı daha fazla kabul etmeyişimizi mi? Bütün öteki yolların kapandığını gördükten sonra silahlarımıza sarılıp başkaldırışımızı mı ? Hafızaların hatırlayabildiği en baskıcı ve saçma ceza yasası olan Chiapas Ceza Yasasına umut bağlamayışımızı mı? İnsanlık onurunun , üstelik de en yoksul bırakılmışların içinde hâla yaşamakta olduğunu , ülkemize de , dünyaya da göstermeye kalkışımızı mı? Harekete geçmeden önce kendimizi iyi ve bilinçli bir biçimde hazırlamış oluşumuzu mu? Savaş meydanında ok ve yay yerine , patlayıcı silah taşımamızı mı ? Kavga etmeye kalkışmadan önce kavga etmeyi öğrenmemizi mi? Hepimizin Meksikalı oluşunu mu? Çoğunluğumuzun yerli oluşunu mu? Meksika halkını , kendince mümkün olan tüm yolları deneyerek mücadele etmeye çağırmış olmamızı mı ? Özgürlük , demokrasi ve adalet için savaşıyor oluşumuzu mu? Önceki gerilla şeflerinin peşinden gitmeyişimizi mi ? Teslim olmayışımızı mı? Kendimizi satmamış olmamızı mı ? Kendimize ihanet etmemiş olmamızı mı ? ...Af dileyecek konumda olan kim , o affı bahşedecek konumda olan kim? " (EZLN bülteni , 18 Ocak 1994)

8 Aralık 2008 Pazartesi

Devlet ne zaman doğru söyledi be Savda?

Vicdani retçi Halil Savda, Çorlu Askeri Hastanesi Başhekimliği tarafından kendisine verilen çürük raporunun vicdani retçilerin uluslararası kamuoyundaki seslerini kısmayı amaçladığını söyleyerek, 'Devlet imzaladığı hiçbir uluslararası sözleşmeyi uygulamıyor. Kağıt üzerinde kalan bu sözleşmeler hakkında uluslararası kamuoyuna yalan söylüyor. Ancak vicdani retçiler ve insan hakları savunucuları, Türkiye'nin yalanlarını haykırmaya devam edecek' dedi.
BM: 'Savda'nın özgürlükten mahrumiyeti keyfi niteliktedir!...'

Vicdani reddini açıkladığı için tutuklanan ve geçtiğimiz günlerde serbest bırakılan vicdani retçi Halil Savda, kendisi ile ilgili olarak BM Keyfi Gözaltı Çalışma Grubu'nun 9 Mayıs'ta verdiği karar ve Çorlu Askeri Hastanesi Başhekimliği tarafından verilen çürük raporuna ilişkin İHD İstanbul Şubesi'nde basın toplantısı düzenledi. Toplantıya İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri, insan hakları savunucusu Eren Keskin ve Savaş Karşıtları Temsilcisi Uğuz Sönmez de destek verdi. Kısa bir konuşma yapan İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri, Savda'nın vicdani reddini açıkladığı günden bu yana birçok sıkıntı yaşadığını belirterek, 'Halil ve vicdani ret iradesini açıklayan diğer arkadaşlar da birçok sıkıntı yaşadı. Yıllardan beri Vicdani reddin bir insan hakkı olarak tanınması noktasında bir talebimiz var. Biz diğer vicdani retçi arkadaşlarımızın destekçisi olduğumuzu bir kez daha buradan duyuruyoruz' dedi.

'Türkiye imzaladığı uluslar arası sözleşmeler aykırı hareket ediyor'

BM'nin kendisi hakkında almış olduğu kararın alınış sürecini anlatan Savda, merkezi İngiltere'de bulunan Uluslararası Savaş Karşıtları Platformu'nun başlatmış olduğu girişimler sonrası BM'nin 9 Mayıs'ta bir karar aldığını söyledi. Söz konusu kararın Türkiye'deki resmi organlara da sunulduğuna dikkat çeken Savda, karar ile ilgili şunları söyledi: 'Karar metninde, 16-28 Aralık 2004, 7 Aralık 2007 tarihleri arasında özgürlüğümden mahrum bırakılmama değinilmiş ve bu uygulamanın keyfi nitelikte olduğuna dikkat çekilmiştir. Türkiye'nin de imzaladığı Sivil ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme'nin 9 ve 18. maddelerinin ihlal edildiğine işaret edilen karar metninin sonuç bölümünde, hükümetten özgürlüğümü kısıtlayan uygulamaları sona erdirip Evrensel İnsan hakları Bildirgesi ile Sivil ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme'de belirtilen ölçütlere uygun hareket edilmesi istendi.'

'Vicdani retçilerin sesi kısılmak isteniyor'

Kendisi hakkında Çorlu Askeri Hastanesi Başhekimliği tarafından çıkartılan çürük raporunun da vicdani retçilerin kamuoyundaki seslerinin kıstırılması amacı ile verildiğini belirten Savda, 'Verilen çürük raporunda, erkeklikten, Türklükten ve akıl sağlığından yoksun olduğum belirtiliyor. Erkeklik ve Türklük konularında itiraz etmiyorum ancak akıl sağlımız yerinde' dedi.

Devletin imzaladığı hiçbir uluslararası sözleşmeyi uygulamadığını ifade eden Savda, 'Devlet, kağıt üzerinde kalan bu sözleşmeler hakkında uluslararası kamuoyuna yalan söylüyor. Ya da çürük raporları ile kamuoyunu yanlış yönlendiriyor. Ancak Türkiye'deki vicdani retçiler ve insan hakları savunucuları, Türkiye'nin yalanlarını haykırmaya devam edecek' diye konuştu.

____________________________________________________________________
Dikkat edilirse suçlamalar ; erkeklikten , Türklükten ve akıl sağlığından yoksun olmak. Herkesin Türk , kadın veya erkek , akıllı olma zorunluluğu nerden geliyor? Ordu , askerdeki militer tek tipleşmeyi aynen sivillerde de görmek istiyor. Zaten büyük oranda da görüyor. Bunun dışında kalanları da tekrar sisteme kazandırma yollarına bakıyor. Bunun yolları işte , çürüğe çıkarmalar , kavuşturmalar ..
Ben , kişisel olan bu vicdani ret eylemlerini desteklemekle birlikte , bunun kitlelere ifade edilmesi için çalışılması gerektiğini düşünüyorum . Konunun daha çok "anti-militarist sivil itaasizlik" eylemlerine dönüştürülmesini istiyorum .. Sivil itaatsizlik eylemlerinin en önemli özelliklerinden biri , bir grubun kasıtlı olarak bir yasayı ihlal etmesidir. Herşey alenidir , her kesin gözü önündedir. Konunun kitlelerle tanışması açısından bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira İspanya gibi ülkelerdeki kazanımların hepsi bu sayede olmuştu.

25 Kasım 2008 Salı

İçmihrak'a ne oldu?

İlgiyle takip ettiğim imaj tasarım sitesi artık yayında değil. Nedendir nasıldır ? bilgisi olan var mı?
İç mihrak da ne diyenler için , bir röportajları : Tık



Bu durum, polis devletinin işi mi yoksa?


16 Kasım 2008 Pazar

Nasıl bir dünya?

Hakkaten nasıl bir dünya? Neyin mücadelesini veriyoruz hakkaten , veya verdiğimizi sanıyoruz daha doğrusu..
Paylaşımcı mı eşit mi? Öyleyse bunun sınırları neler? Katılımcı mı otoriter mi ?
Ortalama hayat mı sunmak istiyoruz insanlara? ne için ? nasıl?
Nasıl bir süreç ?
Kendi hayatımızı nasıl yeniden üreteceğiz? Paylaşım ortamlarını nasıl kuracağız?
Ölüyoruz , tükeniyoruz..
Günlük rutinlerinle aran nasıl?
Yaşamını seçtin mi? yoksa yaşam mı seni seçti?
Ağlıyor musun hala eski bi aşk pıhtılanınca?


gençlik işte kusura bakmayın..

4 Kasım 2008 Salı

...

23 Ekim 2008 Perşembe

Duyuru...


Yeni bir blog oluşturduk. Amacımız yeni paylaşım ortamları yaratmak . Alternatifler yaratmak. Bu blogda istediğiniz eşyanızı takas yoluyla yeni kullanıcısına gönderebilirsiniz, alabilirsiniz de haliyle..

Adresi: takaspazari.blogspot.com

Herkese açık hesabın kullanıcı adı : serbesttakas@gmail.com
şifre : kolektif

Hoş kalın..

9 Ekim 2008 Perşembe

Gök kararan boz renkle kaplansa da , özgürlük pusuda bekliyor


Burdayız ve bi yere gitmiyoruz , ezilenler ve ezildiğinin farkında olanlar , ezilenlerin yanında olanlar olarak.
Kötü gidişi finans piyasalarına bağlayan ,insanlar söyleyin piyasalar hangi gerçek krizlerin üstünü örtüyor?



Halkin isyani

isyanımız var ama salya akıtan değil
fab a sor bakalım hayat bir pençe gibi şakırdıyor kaldırımlarda.
amacımıza engel olana isyan..
ters yaşama ezelden beri kazılı bir isyan..
büyükler çocukluğumuzu çalmışken, hızlı büyüdüğümüze isyan..
bam!..bir yarış arabası ve bir duvar düşle...
çok istenen barışın imkansızlığına isyan..
sokaklarımızda onca silahlı polislere isyan..
lanet dünyanın kendini yıkmasına isyan..
masumların hep ateş ortasında olmasına isyan..
isyan, çünkü duvarları insan yarattı.
doğadan mı korktu ki, kendini betonla kapattı?..
doğaya ait olduğunu unuttuğu için isyan..
ve derin bir uyumsuzluktur bu,
barış güvercini hangi dünyaya uçtu?
toplumun lanet ölçülerinden yara almalara isyan..
isyan evet isyan, çocukluğumuzdan beri isyan..

isyanımız var, her zaman dimdik ayakta
sonuna kadar savaşmak için isyan, ve hayatın bizi götürdüğü yere kadar.
isyanımız var, artık susamayız ve oturamayız,
çünkü isyanımız var, yürek ve inancımız...

isyanımız var, her zaman dimdik ayakta
sonuna kadar savaşmak için isyan,
ve hayatın bizi götürdüğü yere kadar.
isyanımız var, hiçbir şey bizi durduramaz..
boyun eğmeyen, uslu, marjinal, hümanist ya da başkaldıran...

isyan,cunku seçmiyoruz hep katlanıyoruz.
isyan,cunku onarılmazlar hayli zamandır istif etti
isyan,cunku ayağa kalkmak için ne bekliyoruz?
isyan,cunku bize bıraktıkları tek şey...
isyan,cunku bize kalan tek şey.
isyan, yaşamak ve sadece bugünü yaşamak, baskı kafeslerinden sakınarak geleceğini seçmek..

isyan, cunku bu dünya boktan ama herkes ona katılıyor
isyan, cunku hormonlu tarlaları dünyayı kısırlaştırıyor
zincirlerimizi kırmak için isyan
isyan, herkes ekranında "gerçek" kelimesini okuyor
isyan, cunku bu dünya bize göre değil bize sahte düşler satıyor
biz aşağıda açlıktan ölürken, babylon yukarıda yağlanıyor!

inancımızı korumak ve ilerlemek için isyan
bir chirac, sharon, tony blair ve bush'a isyan
isyan, çünkü kan ağlayan yüreklerin acısı asla duyulmuyor.
isyan,cunku beterin beteri yok
isyan,cunku batı sömürgeci gömleğini çıkarmadı.
isyan,cunku acı her zaman bize koyuyor

isyan,cunku tarihsel bilgi artık çağdaşlaşmıyor
isyan,cunku çok yalan ve sır var, devletlerin savaşları, gerçekleriyle zengin, insanlığı degiştirmek adına.
isyan,cunku istedikleri değişiklik değil, güçlerini korumak ve bizleri işlemek.
isyan,cunku inancımız meleklere, ve onlarla yürüyeceğiz
isyan,cunku düşüncelerim rahatsız ediyor.
halkın isyanı kaynıyor, dünyanın dört bir köşesinde
isyan evet isyan!
ya
da devrimin özü!

antikapitalist, globalleşmeye karşı.. veya dünyada gerçeği arayan...
yarının direnişi... tinsel, dünya çapında devrimin arifesinde...
halkın isyanı...
rabia del pueblo...
çünkü isyanımız var, ölçülerini sarsacak olan...
çünkü isyanımız var,
kocaman !

27 Eylül 2008 Cumartesi

yalan yaşamak..

yalandan hikayeler anlatmak birbirine , işteyken bir yalanı yaşamak , sevgiline yalan söylemek , kendine yalan söylemek , gerçek-yalan ayrımından uzaklaşmak gittikçe , kendinde nesneleşmek , emeğine yabancılaşmak ..

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Mülksüzlerden bir pasaj..


"Bilmiyorum," dedi; dili yarı felç olmuş gibiydi. "Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru, insanlar da güzel değil. Hepsinin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Kentler çok küçük ve sönüktür, sıkıcıdır. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lılann her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiç bir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiç bir seye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek basma, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu— duvar, duvar!"

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Dünyayı Değiştirmek Üzerine


Dünyayı Değiştirmek Üzerine



Şimdi her zamankinden daha çok var olan her şeyin acımasız eleştirmeni olmalıyız. Karl Marx


Marksizm ve Devrimci Romantizm


Devrimci romantizm , kapitalizm öncesi toplumlara duyulan nostalji ve kültürel bir kapitalizm eleştirisidir. Kapitalizm öncesi derken feodal topluma öykünme yoktur. Orta çağa referans vardır ama Orta çağda farklı toplumsal yapılar vardır. Hiyerarşik kurumlarla ,eşitlikçi , kollektivist gens cemaatinin kalıntıları vardır.

19.yüzyıl romantizmine iki farklı karakter dikkat çeker : Rousseau ve Burke. Biri 1789 Devriminin savunucusu diğeri devrimin amansız düşmanı.

Genel olarak:

  • Katolik ortaçağa dönüş ; reform , Rönesans'a ve kapitalizmin gelişimi öncesine dönüş.


  • Her şeyi Fransız Devrimi tarafından dokunulmamış haliyle muhafaza etmek isteyenler ( Burke ve çevresi)


  • Kapitalizmin öncesi toplumlara dönüşü imkansız gören “ büyüden kurtulmuş “ romantizm ( Tönnies , bir ölçüde Weber)


  • Hem geçmişe dönüş hayalini taşıyan hem de bugünkü kapitalizmle uzlaşmayı reddeden , çözüm gelecekte arayan , “ devrimci romantizm” . (Fourier , Landauer , Bloch ) olarak ayrılabilir.


Marksizm ile devrimci romantizm ilişkisi; Marx'ın yazılarında devrimci romantizme yakın birçok şey bulunmaktadır. Marx ve Engels'in okudukları yazarlardan Carlyle'de de romantiklik görülür. Balzac'ın da etkisiyle ortak olarak:

    a) Burjuva toplumdaki ilerlemeciliğin reddi

    b) Kapitalist ilerlemenin çelişkinliğine ilişkin anlayış

    c) İnsani bakış açısından ve geçmişteki cemaatlerle kıyaslandığında endüstriyel kapitalist uygarlığın, bazı bakımlardan sapma olarak görülmesi düşünceleri gelişti.


Radikal anti-romantik bir marksizmde Plekhanov'da doğdu. Endüstriyel ve evrimci kapitalist ilerlemeye hayranlık duyardı bu eğilim.

19. yüzyıl sonu , 20. yüzyıl başı ve İkinci Enternasyonel Marksizminde devrimci romantizm kaybolmaya başladı. Daha sonraları Rosa Luxemburg eserleriyle devam ettirdiği söylenebilir.


Lukacs ise romantikliği Luxemburg veya Marx-Engels'in düşüncesinden farklı olarak yeni referans olarak , ilkel komünizm değil belirli kültürel grupları almasıydı.

1928!de Lukacs , devrimci romantizm karşıtı olur. Carl Schmitt'in kitabıyla ilgili değerlendirmelerinden anlıyoruz bunu. Schmitt'in “romantik düşüncede siyasal içerik yoktur “ görüşünü destekleyerek romantiklerin tutarsızlığını , siyasal eylemlerin önemsizliğini , bilimselliğe ters düşen öznelciliğini , abartılmış estetizmini tartışır.

1930'larda devrimci romantizme tekrar yaklaşıyor Lukacs. Bunu da Dosyoyevski'yle ilgili yazdıklarından anlıyoruz.


Marksizm ve Ütopyacı Görüş


Günümüzde marksizmin krizi diye bahsedilen şeyin ana akım medyanın eseri olduğunu biliyoruz. Geçmişteki Stalinist yapı ise teorik bir sapma kadar , kapitalizmi ortadan kaldıran toplumlarda , terör kullanarak varlığını sürdüren otoriter , totoliter devletlerin formülüdür. Ve bu devletlerde iktidar kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından ayıran bir tabaka tarafından – bürokrasi - tekelleştirildi. Bu tabakanın sınıf ve kasttan çok bir “zümre” bir tarikata benzer. Bu tablo Marksizmin bir karikatürüdür.

Marksist otorterizmin ciddi bir eleştirisi yoktur. Anarşistler ve liberlerler bu eleştiriyi yüzyıldır yapmaktadır. Bu argümanları yanlış olduğu için reddediyoruz (!) Ancak bunlar sahici argümanlardır.

Marx aslnda anti-otoriter bir devrim perspektifi belirtmiştir. Seçkinci devrimci modelden kopmuş ve yeni dünya görüşünün tohumunu atmıştır.

Hem aydınlanmacı felsefe materyalizmi hem de yeni Hegelci idealizmi ( toplumu değiştirmek için insan bilincini kurtarma) reddederek felsefenin Gordion düğümünü kesti. Feuerbach üzerine 3. tezinde koşulları değiştirmenin devrimci praxisle elele gittiğini söyler. Sömürülen ve ezilen kitleler ancak kendi devrimci praxislerinin içinde , kendi deneyimleri aracılığıyla , hem onları zincire vuran dışşal koşulların ( sermaye ve devlet) hem de önceki gizemlileştirilmiş bilinçlerinin üstesinden gelebilirler. Başka deyişle , özgürleşmenin yegane sahici formu kendini özgürleştirmektir.

Bugün Marksist bir ütopyaya ihtiyacımız var. Marksist düşüncenin kapılarını dünün ütopyacı sosyalistlerinden , romantik eleştirmenlere , Fourier'in düşlerinden , anarşizmin liberter fikirlerine kadar geleceğe ilişkin bütün içgörülere açmak zorunludur.

Sosyalizm şuanki gerçeklikte var olmaz. Gelecek mücadelesinin nihai sonucu olarak yeniden icat edilmesi gerek: Bunun anlamı özyönetimi , cinsiyetler arası yabancılaşmış ilişkileri , insan-doğa dengesinin yapılanmasını , demokratik sosyalizm imkanlarının yeniden kurulmasını tartışmayı teşvik etmektir. İleri düzeyde araştırılması gereken ütopyacı unsurlar arasında şunlar olabilir:


  • Doğayla uyumlu yenilenebilir enerji temelli yeni bir üretim ve teknoloji sistemi

  • Emeğin gerçek anlamda özgürleşmesi. Sadece mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi yoluyla değil emeğin doğasının yeniden tanımlanmasıyla değişiklik yapılması. Emeğin cinsel bölünmesi , kol etkinliği ile entellektüel etkinlik arası geleneksel ayrımın ortadan kalkması. Grundrisse'de Marx endüstriyel kapitalizmi emeğin niteliksel , sanatsal boyutunun değerini düşürmekle eleştirdi vedaha saf anlamda mekanik br etkinlik haline geldiğini söyledi.

    Bu nedenle bu süreçte , insan emeğine onun “sanat nitelikleri” 'nin yeniden kazandırılması da gereklidir.

  • Artan mal ve hizmetlerin ihtiyaçlara denk düşecek şekilde serbestçe dolaşımı , dağıtımı ve buna paralel olarak meta üretiminin ve paranın rolünde azalma.

  • Gerçek anlamda hiyerarşik ve baskıcı olmayan toplumsal cinsiyet ilişkilerinin toplumun bütününe yayılması.

  • Halkın öz yönetimi ve doğrudan denetiminin olduğu demokratik ve merkezi olmayan bir ekonomik toplumsal yaşamın örgütlenmesi.








Marksizm ve Din


Tanrıya inanan devrimciler ile inanmayanlar arasında yeni bir kardeşliğe tanık oluyoruz.

Dinsel acı , aynı zamanda gerçek acının da , gerçek acıya karşı protestonun da ifadesidir. Din , ezilen yaratığın iç çekişi , kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu gibi. O , halkın afyonudur “ Marx

Engels tespitlerinde , farklı sınıfsal yapıların farklı farklı dinleri kullandığını yazıyor. Bu insanların bu dinlere inanmaları ya inanmamaları farketmez. Burada din kılığına bürünmüş sınıf çıkarlarını görüyoruz.

Engels kiliseyi homojen bir yapı olarak görmeyip farklı tarihsel konjöktürlerde farklı sınıf bileşenlerine sahip olduğuna dikkat çeker. Bir yanda reformasyon sonrası yüksek ruhban sınıfı öte yanda reformasyon ideolojilerine ve devrimci köylü hareketlerine destek veren alt ruhban sınıfı vardır.

İlkel Hristyanlık aynı modern sosyalizmde olduğu gibi ezilenlere ve yönetenlerin ağına düşmüş insanlara hitap etti. Aradaki fark Hristyanlık kurtuluşu daha sonrada , sosyalizmin ise bunu bu dünyada aramasıydı. Aslında bu fark o kadar da net değil , peygamberin krallığının yeryüzünde de kurulmasını isteyenler de vardı (Munzer)


Kurtuluş teolojistleri daha çok Batı Marksizmine bağlıdırlar. En çok alıntı yapılan yazar Ernst Bloch 'tur.

Hrisyan Marksist teolog Gutierrez : “ Bizi ezenlerden nefret etmeyiz , kendi yabancılaşmalarından , hırslarından - tek sözcükle insalık dışı durumlarından - özgürleştirerek onları da kurtarmak istiyoruz. Bunu yapmak için azimle ezilenlerin safında yeralmak , etkin biçimde etkin biçimde savaşmak zorundayız.

1973 'te Brezilya'da piskoposlar bir döküman yayınladılar :

Kapitalizmin üstesinden gelmeliyiz. O , en büyük kötülük , birikmiş bir günah , çürümüş kökler , gayet iyi bildiğimiz yoksulluk , açlık , hastalık ve ölüm meyveleri veren ağaçtırç Bunu yapmak için üretim araçlarında özel mülkiyeti aşmak zorunludur”

Devrimci Hristyanlar “kalkınmacı” mantığın ağına düşmüş pekçok Marksistten daha çok bu “ az gelişmişliğin gelişmesinin “ yarattığı sonuçların farkındadırlar.

Din pek çok noktada “ halkın afyonu “ rolünü oynamaya devam ediyor olsa da halkın alarm zili olarak ezilenleri uyuşukluktan , pasiflikten kadercilikten çıkararak harekete geçiren ve onları kendi hakları , güçleri ve gelecekleri hakkında bilinçlendiren bir çağrı olarak görülemez mi?

Marksistler dinle ilgili geleneksel düşüncelerini yeniden değerlendirmelidir.




Weber – Marx 'a Karşı : Protestan Etikte Tarihsel Maddecilik Polemiği


Marx'a göre batılı akılcılığı açıklamak için yapılan her girişim , ekonomik faktörün temel önemini kabul ederek , hepsinden çok ekonomik koşulları hesaba katmalıdır ; Öte yanda , Weber'e göre kaptalizmin ruhu ancak Protestan Reformasyonunun bazı etkilerinin sonucu olarak ortaya çıkabildi. Yani Weber'in meselesi , Protestan ahlakıyla , kapitalizmin gönül yakınlığıdır.

Weber gibi Marx da kapitalist ruhun yapısal akıldışılığına inanır . Ancak Marx , bu akıldışılığı Weber'in öne sürdüğü gibi dışsal , ekonomik olmayan , dinsel güçlerin ürünü olarak değil kapitalist üretim tarzının doğal , içsel ve esas karakteri olarak görür.






Marksizm ve Ulusal Sorun


Proleteryanın birleşik siyasal mücadelesinin yerine “ bir dizi steril ulusal mücadele” geçirilmemelidir.” Rosa Luxemburg


Rosa Luxemburg'un ulusal soruna dair bazı görüşleri :


  • Ulusların kendi kaderini tayin hakkı , Çernişevsky'nin ilan ettiği o gülünç “ herkesin altın tabaktan yeme hakkı “ gibi soyut ,metafizik bir haktır.

  • Her ulusun ayrılma hakkı olduğunu savunmak aslında burjuva ulusalcılığı savunmak anlamına gelir. Ulus bir örnek ve homojen olarak varolamaz.

  • Küçük ulusların bağımsızlığı , tarihsel olarak mümkün değildir.


Emperyalizm çağında “ ulusal çıkar” mücadelesi büyük sömürge güçleriyle ilişki bakımından değil , “ büyük güçlerin emperyal satranç tahtasında sadece birer piyon olan” küçük uluslar içinde bir mistifikasyondur.


Ulusal sorunla ilgili Luxemburg 4 temel hatayı ele alır:


  • Ekonomik olarak bağımlılığı süren ulusun siyasal bağımsızlığı da olamaz diyerek ( Polonya- Rusya)

  • Ulus ona göre kültürel bir fenomendi Ekonomik ya da ideolojiye eşitlenemeyen somut formu , bağımsız ulus devleti önemsememe eğilimi vardı. Aslında bağımsız ulus devlet kurma hakkını reddetmenin tam da ulusal baskının temel biçimlerinden biri olduğunu anlamamıştı.

  • Luxemburg , ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı taşıdıkları devrimci potansiyeli kavrayamadı. Başka deyişle , bu ulusalcı hareketlerin ikili doğasının karmaşık ve çelişkin diyalektiğini anlamamıştı. Rus devrimini , Lenin gibi proleterya önderliğinde bir devrim olarak değil , saf anlamda bir işçi sınıfı devrimi olarak gördü.

  • Ezilen ulusların kurtuluşunun sadece ütopyacı , gerici küçük burjuvazinin değil , aynı zamanda proleterya dahil bir bütün olarak kitlelerin talebi olduğunu ; Rus proleter ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kabul etmesinin , onun ezilen ulusların proleteryasıyla dayanışmasının vazgeçilmez bir koşulu olduğunu anlayamadı.


Troçki


Troçkinin ulusal sorundaki konumu Leninle , Luxemburg arasında orta yol olarak tanımlanabilir.

1- ) Tarihsel-ekonomik yaklaşım:

Savaşla birlikte Troçki , ulus devletin yıkımını haber veriyordu. Ona göre gelecekte ulus kavramı “ kültürel ve ideolojik , psikolojik “ bir kavram olarak kalacaktı. Luxemburg gibi o da ekonomiye kültüre indirgeme yaklaşımı içindeydi.


2- ) Somut siyasal yaklaşım :

Luxemburg'un aksine ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının uluslar arasında barışın koşullarından biri olduğunu ilan etti. Ayrıca bağımsız Polonya perspektifini destekledi.

Yazılarında modern toplumun en önemli üretici gücü olarak işçi hareketini ele alıyordu. Ancak yaptığı ayaklar altına alınan bir siyasal ölçütün önemini kanıtlamaktı. Ne var ki ekonomik gelişmenin merkezileştirici gereklerine dönüyor ve bu da ulus devleti üretici güçlerin gelişmesine engel oluşturduğu için yıkmayı gerektiriyordu. Bu ikilemden ekonomizme götüren bir hareketle kurtuldu : “ Devlet esas olarak ekonomik örgütlenmedir , ekonomik gelişmenin ihtiyaçlarına uymak zorunda kalacaktır. “

1917'de bu konumundan vazgeçti ve Leninist anlayışı benimsedi.


Pannekoek ve Strasser


Her iki yazarın da anafikri sınıf çıkarının çıkarın üzerinde olduğuydu. Bunun nedeni birincisinin ekonomik kökenlerinden ötürüydü.


Avustro-Marksistler


Karl Renner

Yöntemi anayasalcı/meşrudır. Ulusal sorun karşısında tutumu “ sosyal devletçiliğin “ ışığında anlaşılmalıdır. Esas amacı Avusturya'nın çözülmesini durdurmak , yani tarihsel Avusturya devletini kurmaktır.

Renner'in ulusal sorunu depolitize etmeye , idari ve anayasal bir soruna indirgemeye , bir hukuk sorununa dönüştürmeye çalışmasının nedeni paradoksal biçimde bu devletçilikte yatıyordu.


Otto Bauer


Bauer'in büyük eseri “Ulusal Sorun ve Sosyal Demokrasi” , Renner'in yazılarından çok daha büyük bir teorik ağırlığa sahipti. Ne var ki Avustro-Marksizmin öncülüğünü Renner'le paylaşıyordu.

Bauer'in çözümlemesinde garip olan , psikolojik terimlerle tanımlanan belirsiz ve gizemli “ ulusal karakteristikler “ kavramı temelinde oluşturduğu ulusal sorun teorisinin psiko-kültürel niteliğiydi: “ Amaç ayrılığı , aynı uyaranların farklı hareketleri kışkırtabilmesi ve aynı dışsal durumların farklı kararlara yol açabilmesi olgusu.” Aslında kökeni neo-Kantçı olan bu kavram saf anlamda metafizikti . Bauer'in Marksist muhalifleri tarafından ağır biçimde eleştirilmesi pek şaşırtıcı değildi.

Bauer'in teorik inşasındaki ikinci anahtar kavram , kuşkusuz ulusal ekonomiyle ilgili bütün stratejisinin temelini oluşturan ulusal kültürdü. Çözümlemenin kültür düzeyine yerleştirilmesi doğal olarak kişiyi siyasal sorunu ihmal etmeye götürür: Ulus devletlerin yaratılması yoluyla kendi kaderini tayin. Bu anlamda Bauer'in “ kültüralizm” I Renner'in “hukuksalcılığı”yşa aynı metodolojik rolü oynuyordu : Ulusal sorunun depolitize edilmesi.



Stalin


- “Ulusal karakter “ , “ Ortak psikolojik oluşum “ ya da ulusların “ psikolojik özelliği” gibi kavramlar Leninist değildir. Hatta bu ulusal psikoloji fikri Marksist bir ulusal sorun çözümlemesinden çok yüzeysel ve bilim öncesi bir folklörü andırmaktadır.

  • Bu kavramlar ulus kavramına Lenin'de asla bulunmayan dogmatik ( ortak dil , bölge , ekononomik yaşam) bir sınırlama getirdi ve katılaştırdı. Lenin'in yazılarında hiçbir zaman bu kadar katı ve keyfi ulus tanımı bulamayız.


Stalin , ezilen ulusların ulusalcılğıyla , Büyük Rus Çarlığı baskıcı ulusalcılığı arasında hiçbir ayrım yapmadı . Oysa Lenin bu ayrımın mutlak anlamda kesin olduğunu düşünmenin yanısıra Büyük Rus Ulusal Şovenizmine teslim olanlara her zaman sert biçimde saldırdı.



Hegel'in “Mantık” 'ından Petrograddaki Finlandiya İstasyonuna


Lenin , Nisan tezlerini orada bir zırhlının üzerinden okudu. Bu konuşma hem Bolşevik hem Menşevikleri şok etmiş , öfkelendirdiği de olmuştu. Bu hayret ve öfkeler sadece II. Enternasyoneldeki “ ortodoks Marksizm” geleneğinden kopuşu gösteren belirtilerdir.

Soyut ve katı bir ilkeden çıkarılan bir siyasal sonuca göre , “ Rus Devrimi ancak burjuva olabilirdi: Rusya sosyalist bir devrimin gerektirdiği ekonomik olgunluğa sahip değildi”


Ya Sosyalizm Ya Barbarlık


Sosyalizmi ilk kez tarihsel zorunluluğun “ kaçınılmaz” ürünü olarak değil , nesnel bir tarihsel imkan olarak ortaya koyan bizzat Rosa Luxemburg'tur. “ Nihai Zafer” ya da proleteryanın yenilgiye uğraması ; peşin olarak , ekonomik belirlenimciliğin 'bronz yasaları' tarafından belirlenmez. Bilinçli eyleme , proleteryanın devrimci iradesine bağlıdır.


Gramsci ve Lukacs


Batı Marksizminin kurucuları olarak sunulurlar. Görüşleri paraleldir. Aralarındaki yakınlık birinin diğerine '”etki” ' sinden ötürü değildir.

İkisi de romantik-antikapitalist sosyalizmin temsilcisi Sorel'den yararlandılar. Gramsci'nin ana teması devrimci bir anti-kapitalizm çerçevesinde işçi ve köylü birliğinin zorunluluğudur.


Geçmişin Şiirselliği , Marx ve Fransız Devrimi


Kuşağının birçok entellektüeli gibi Marx da Fransız devriminin büyüsüne kapıldı. Onun gözünde tarihin kaydettiği en muazzam devrimdi.

1789 Devrimi ,zora düştüğünde müttefiki olan köylüleri terk etmedi. Feodalizmi yıkmanın ve köylülerden oluşan yeni toprak sahipleri sınıfı oluşturmanın kendi yönetimlerinin temeli olduğunu biliyordu.

1848 Alman burjuvazisi , aynı kandan geldiği , doğal müttefiki olan köylülere ihanet etmekte duraksamaz.

Burjuvazinin iktidarı için gerekli maddi koşullar oluşmadan proleterya burjuvazinin siyasal hakimiyetini yıkar ise bu ancak geçici bir zafer olacaktır. Dolaylı olarak Fransız devrimine gönderme yapılıyor. Marx'ın 1794 olaylarını proleterya zaferi olarak ifadesi şaşırtıcıdır.

Fransız devrimi yeni dünya düzenine ilişkin anlayışlarının komunizm fikirlerinin ve feminizmin doğmasını sağladı.

Fransız devrimi sadece bir başlangıçtı. Mücadele devam ediyor.


Marcuse ve Benjamin , Romantik Boyut


Marcuse ve Benjamin'in ortak bakışları olduğu söylenebilir.İkisi de kapitalizm öncesi cemaatlere duyduğu nostalji ve sanatsal Kultur'ü , burjuva toplumun karşısına koymuştur.

İkisinin entellektüel evrimleri arasında çarpıcı benzerlik vardır. İkisi de 1920'lerde Lukacs ve Kersch'in etkisiyle Marksizme yöneliler , 1930'larda Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsüyle bağlantı kurarlar ; ikisi de bir sosyalist devrimci dönüşüm umuduyla sosyal demokrasiye oldukça eleştirel yaklaşırlar , komünist partiye katılmazlar.

Marcuse'in hayatı boyunca , Marksizmi , biri romantik biri akılcı iki kutup arasında gidip geldi. Ona görebu ikisi ortak bir unsurda birleşiyorlardı: İnkâr. Fikirle veriler arasındaki zıtlık.

1930-1940'lar akılcı kutup Marcuse'de ağır basar. 1925'lerden sonra sanat ,edebiyat , bunların gerçeklikle zıtlığı , gelecek 30 yıl boyunca yazılarında kaybolmaya yüz tutar.

Marcuse felsefe ile edebiyat arasında yerleşik durumla ilişkileri bakımından temel bir farklılık olduğuna inandığı görülür : “ Sanatın güzelliği – teorinin doğruluğuna ters düşerek – mevcut kötülükle bağdaşabilir. Bu nedenle yanılsamalı özgürlük ve mutluluğuyla bu “ olumlayıcı” kültür alanının karşısına Marcuse , “ ruh” kavramına yabancı ve tinin eleştirel akılcılığına bağlı olan akılcı felsefe geleneğini - Descartes , Kant , Hegel – çıkarır.

1941'de Akıl ve Devrim de zirveye ulaşan bu akılcı yönelim Benjamin'in çalışmalarının neden görmezden gelindiğini açıklayabilir.

1955'ten son yazılarına kadar Marcuse , Eros ve barışın hükmettiği bir dünyanın sanatının ve romantik sanatsal idealinin cazibesine bir kez daha kapıldı.

Faşist dönemin başlarında Benjamin şöyle yazıyordu:

Umut bize yalnızca umutsuzlardan ötürü verilmiştir” Goethe'nin Gönül Yakınlıkları üzerine denemesinden alınan bu pasaj , kendi özgün bağlamı içinde Marcuse'nin doğrudan siyasal bir yorum kazandırdığı derin bir dinsel anlam taşır.

Burada ortak bir unsur , ikisininde düşünce tarzına özgü bir nitelik bulunabilir. Bu nitelik umutsuz umut ya da kötümser devrimcilik olarak tasarlanabilir. Hem Marcuse hem de Benjamin tarihin “doğal gidişatı” 'nın üretici güçlerin gelişmesinin ya da kaçınılmaz toplumsal ilerlemenin akılcı ve özgürleşmiş bir topluma götüreceğini reddederler. Her ikisine göre , Benjamin'in formülleştirdiği üzere , devrimler “ tarihi tersine doğru taramayı” öğrenmelidirler. Devrim , kendini akıntıya vererek yüzmek değil ; tarihin kör güçlerine karşı , zorlu bir mücadele sonucu önceden görülemeyen sert ve uzun bir savaştır.

Hem Marcuse hem Benjamin mevcut toplumsal düzenin mutlak inkârından yanadır. Her ikisi de radikal bir devrim özlemi duyar ve ezilen grupların ezenlere karşı şiddet kullanma gereğini kabul eder.

Herikisi de her türlü reformizme ve aşamacılığa uzlaşmaz biçimde karşıdır ve devrimi , var olanın iyileştirilmiş versiyonu ya da ilerlemeci evrimin kümülatif sonucu olarak değil , tarihsel sürekliliğin bir infilâkı , bütünüyle yeni bir başlangıç olarak algılar. Bu yeni gelecek , aynı zamanda paradoksal olarak kapitalizm öncesine , geçmişe dönüş anlamına gelir. Benjamin'in ünlü imgesinde belirttiği gibi çözüm “ kaplanın geçmişe doğru diyalektik sıçrayışı”dır.

Paylaştıkları diğer bir görüş , ikisininde sadece kapitalizm değil , daha genel olarak , sanayi toplumunu , şeyleşmiş teknolojiyi ve yabancılaşmış üretkenliği , doğanın tahribini ve ilerleme mitini de eleştirmeleridir.

Marcuse'in Benjamin üzerine denemesinde yazdığı gibi “ Benjamin ,doğayı sömürülecek 'bedava geçim kaynağı ' olarak gören iğrenç ilerlemeci üretkenlik kavramının tersine Fourier'in toplumsal emek fikrini benimser: “ doğayı sömürmekten uzak , rahminde potansiyeller olarak uyumakta olan evrenleri doğurma yeteneği' ne sahip toplumsal emek . Baskıcı şiddetin kefaretini ödemek , kurtulmuş insanlık için , kurtulmuş ve kefaretini ödemiş doğaya denk düşer.” İkisinin de Sovyetlere bu kadar eleştirel olmasının bir nedeni de budur. Onların gözünde Sovyetler batının karşısında gerçek bir alternatif oluşturmamıştır. Öte yandan ikisi de modern teknolojinin özgürleştirici imkanlarını kabul eder. Benjamin için bu kültürel alanda sinemaya , Marcuse için ekonomik alanda otomasyona uygulanır.


'İlerleme'ye Karşı Devrim : Walter Benjamin'in Romantik Anarşizmi:


Benjamin'in liberter ütopyası neo-romantik bir duygu yapısında zemin bulur.

Benjamin'in toplumsal görüşleri romantik anti-kapitalizme ve bu yaklaşımın onarımcı özlemlerine en yakın kişilerden : liberter , anarşist ya da anarko-sendikalist düşünürlerden ; George Sorel ve Gustav Landauer'den etkilenmiştir.

Werner Kraft'a göre Benjamin'in anarşizmi belirli bir “sembolik” nitelik taşıyordu : ne sol ne de sağdaydı . “başka bir yerde” 'ydi. Benjamin'in kendine özgü anarşizm formunun anahtarı Yahudi Mesiyanizmi ile ilgili olan ilişkisinde yatar: En iyi şekilde bir gönül yakınlığı olarak çözümlenebilecek bir ilişki.

Benjamin'in liberter görüşlerini ifade ettiği örneklerden bazıları , “Şiddetin eleştirisi ” , ”Polis” ( “şiddetin olabilecek en yozlaşmış biçimi”) , Parlemento (“sefil temsil”) makaleleridir.

Anarko-sendikalistlerle , Bolşeviklerin tahrip edici anti-parlementer eleştirileri kadar proleteryanın genel grevi “yegane göre devletin şiddetini tahrip etmek “ 'ten ibaret bir eylem olarak gören Sorelci düşünceyi de över. Sorel'den farklı olarak , farklı bir teolojik mesiyanizm alanına geçer., saf ve dolaysız devrimci şiddet. Sadece bu şiddet 'yasa yıkıcı' dır.

Tiedeman'a göre Benjamin'in temsil ettiği siyasal praksis , Marksizmin ölçülü praksisinden çok anarşizmin çoşkulu praksisiydi.

'İlerleme'nin Eleştirisi” , Benjamin'in en sarsıcı çıkışlarından biridir. Bu çıkış yapıtında , neo-romantik kökenden gelen , kendine özgü ve yıkıcı bir nitelik alır. “İlerleme” 'ye duyulan bu temel ve esas güvensizliği , diyalektik One Way Street (Tek Yönlü Yol – 1928) imgesinde buluruz. Burada anti-burjuva devrim , “ ekonomik ve teknolojik devrimin neredeyse hesaplanabilir belirli bir noktasında “, yani iki bin yıllık insan kültürüne son verecek patlamadan önce , yanan fitil dinamite ulaşmadan kesme eylemi olarak gösterilir.

İlerleme” kavramı felaket fikrini temel almaktadır. İşlerin bu şekilde devam etmesi felakettir.


Din , Ütopya ve Karşı Modernite : Walter Benjamin'de Tarih Meleği Alegorisi


Petit Robert'e göre sözcük , Latince son zamanlarda anlamını taşıyan modo 'dan gelir. O halde modern “ görece yakın çağa ait “ ya da “ şimdiki ,çağdaş “ anlamına gelir. Bu tam da zamanın hareketidir. Böyle bu kavram oldukça boş görünür , somut ve kesin bir içerikten yoksundur. Yine sözlükten , modern , “ tekniğin , bilimin yakın zamanda gerçekleşen ilerlemesinden yararlanan” 'dır. Modernite böylece ilerleme kavramyla , yani yeni olanın olumlanmasıyla yakıntan bağlantılı olur.

Modern endüstriyel toplum var olduğu 2-3 yüzyıldır din , ilerleme ve moderniteye , en farklı direniş formlarının başlıca kültürel ve sembolik kaynaklarından birini oluşturmuştur. Bunun başat formu “ gelenekselcilik ve tutuculuk “ biçiminde dışa vurur.

Bazı çevrelerde de ütopik-dinsel ilerleme ve modernite eleştirisinin güçlü formlarının açığa çıktığına tanık olunurdu. Dindarlığın renklendirdiği bu anti-modern romantizm Almanya'daki kültürel hayata başlıca akınlarından biriyse bu , devrimci ve ütopyacı bir çizgiyi benimseyen toplumdışı Yahudi entellektüel sayesinde olmuştur. Yahudi /Alman devrim teolojisinin en radikal ve özgün temsilcisi de kuşkusuz W.Benjamin'dir.

Benjamin'in “anti-ilerleme” üzerine en önemli dökümanı “Tarih Kavramı Üzerine “ başlıklı tezidir. “Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söyledi. Ama belki de onlar başka şeydir. Devrimler , bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir.”

Benjamin'e göre Tarih Meleğini güçsüz bırakan şeyi tamamlayabilecek olan sadece Mesih'tir. Yaraları sarar , ölüleri diriltir ve paramparça olan herşeyi birleştirir.

Benjamin için geleceğin sınıfsız toplumu (yani cennet ) tarih öncesinin sınıfsız toplumuna saf ve basit bir dönüş değildir. Diyalektik bir sentez olarak kendi içinde insanlığın bütün geçmişini taşır.


Yangın Alarmı , Walter Benjamin'in Teknoloji Eleştirisi


Marx ,Grundrisse'de sermayenin büyük uygarlaştırıcı etkisinden kararlılıkla söz eder. Ama genede makinanın , emeğin , bütün bağımsızlığını ve cazip özelliğini çaldığını kabul eder. Kapitalist üretim , insan ile yeryüzü arasındaki metabolizmayı altüst eder . Toprağın sürekli verimliliğini sağlayan engin doğa koşullarını tehlikeye sokar . Sonuç olarak hem kentli işçinin fiziksel sağlığını hem de kırsal işçinin ruhsal hayatını tahrip eder.

Romantik ekonomistlerin aksine Marx , teknolojinin kendisini değil , sadece kapitalizmin onu kullanış tarzını eleştirir. O halde makinelerin ve endüstriyel teknolojinin kapitalist sonrası ya da sosyalist kullanımını nasıl anlamamız gerekir? Sosyalist bir toplumda teknik ilerleme “ toplumun zorunlu emeğinin asgariye indirgenmesine izin verir ve serbest zamanları içinde bireylerin tümü için yaratılan imkanlar sayesinde sanatsal ve bilimsel gelişime olanak verir.

Bu teknolojinin ister kapitalist ister sosyalist tarzda kullanıabilir tarafsız bir araç olduğu anlamına mı gelir?

Benjamin ise teknolojiyle sistematik biçimde asla ilgilenmedi. Benjamin teknolojiye yönelik tutucu kökleri , romantik gelenekte bulunabilr. Alman romantikleri ve neo-romantikleri ahlaki-kültürel , dinsel ve toplumsal değerlerin organik yapısını oluşturan Kultur adına Zivilisetien 'ı eleştirdiler. Onlar kapitalizm öncesi hayata nostaljik bir özlem duyarak özellikle makineleşmenin ; iş bölümünün ve meta üretiminin kaçınılmaz sonuçlarını ortaya koydular.

Benjamin , teknik ilerlemenin askeri kullanımını en genel insalık-doğa ilişkisi sorununa bağlar : Teknoloji doğanın efendisi , “ emperyalist bir öğreti “ olmamalı , doğa ile insan arasındaki ilişkinin efendisi olmalıdır.

Benjamin , hem teknik ilerlemenin yeni toplumsal düzenin ekonomik temellerini atarak tek başına sosyalizme götürdüğünü hem de proleteryanın mevcut (kapitalist) teknik sistemi olduğu gibi devralmak ve daha da geliştirmek zorunda olduğu inancını reddeder. Aslında daha da derinde onun eleştirdiği tam da doğaya karşı bir “üstünlük” aksiyomu ya da teknolojinin “doğa sömürüsü” 'dür. Pozitivist anlayışa göre , doğa bedava geçim kaynağıdır. Yani bir metaya indirgenir ve ancak değişim değerine göre tasavvur edilir ve insan egemenliği tarafından sömürülür.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Yeni Hizmet...

Evimizin demirbaşlarının listesine bir yenisi daha eklendi... Az otomatik çamaşır makinesi . Tek programda , tek sıcaklıkta çalışıyor ama olsun.. Artık 15 günde bir İpek yıkama vb. yıkatma/ütületme tekellerine paramız akmayacak! İncilipınar halkına emekçilere , öğrencilere , veletlere , çamaşır makinesi olmayanlara duyurulur..
Gelecekte kendi artezyenimiz ve elektrik üretim projelerimizle özerk yarınlara!

17 Temmuz 2008 Perşembe

...

En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka birşey değildir hayat. Yani ölüm... Fakat insanlar öykü kefelenmişlerdir. Ve kefelenen herşey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı..
Hristiyan anarşist amcamıza selam olsun

30 Haziran 2008 Pazartesi

Sınıflara , militarizme ,küreselleşmeye , cinsiyetçiliğe Rock-a


Bu sene de , hayatlarını geri isteyenlerin festivalinde buluştuk. Festival alanına girene kadar militarizmden sıyrılamamanın siniri vardı üstümüzde aslında çünkü pek muhterem jandarmalarımız bizi kapıya kadar rahat bırakmamıştı.
Tamamına yakını ( birkaç özel güvenlik hariç ve meslek örgütleri hariç) gönüllülerin çabalarıyla organize edilen bu festivalle ilgili değinmek istediğim birkaç nokta var.
Öncelikle, festivalin “ şenlikli toplum” hayalleriyle yapıldığını düşünüyorsak ( ki ben öyle düşünüyorum) eğer o zaman, festivale sadece bazı grupların sahne aldığı, müzik dinlenen bir organizasyon olarak görülmesini engellemeliyiz. Tabii gruplar dışında atölye çalışmaları da oldu ancak demek istediğim festivalin daha çok bir sosyal forum şekline bürünmesi. İnsanların geniş kalabalıklar halinde bir araya geldiği oturup konuştuğu diyalog kurduğu, örneğin şu 2-3 günlük festival sürecinin değerlendirmelerinin yapıldığı, aksaklıkların giderildiği bir ortam oluşmalı. Ve ayrıca gönüllü-katılımcı ikiliğinin de çözülmeye çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Yani katılımcı diye tabir ettiğimiz festivale gelen dinleyicilerin de organizasyonun bir parçası haline gelmesi gerekli. Ki bu da bir sınıflaşma eğiliminin ortadan kaldırılması olacaktır aslında. Zaten bu da festivalin sloganlarından biri değil miydi?
Emeği geçen herkese teşekkürler.

A Perfect Circle - Imagine

Hastalık derecesinde..

"Imagine"

Imagine there's no heaven,

It's easy if you try,

No hell below us,

Above us only sky,

Imagine all the people living for today...

Imagine there's no countries,

It isnt hard to do,

Nothing to kill or die for,

No religion too,

Imagine all the people living life in peace...

You may say Im a dreamer,

but Im not the only one,

I hope some day you'll join us,

And the world will live as one.

(Imagine all the people sharing all the world)

Imagine no possesions,

I wonder if you can,

No need for greed or hunger,

A brotherhood of man,

Imagine all the people

Sharing all the world...

You may say Im a dreamer,

but Im not the only one,

I hope some day you'll join us,

And the world will live as one.

A Perfect Circle - Passive

PASSIVE

“Dead as dead can be,” my doctor tells me

But I just can’t believe him, ever the optimistic one

I’m sure of your ability to become my perfect enemy

Wake up and face me, don’t play dead cause maybe

Someday I will walk away and say, “You disappoint me,”

Maybe you’re better off this way

Leaning over you here, cold and catatonic

I catch a brief reflection of what you could and might have been

It's your right and your ability To become…my perfect enemy…

Wake up (we'll catch you) and face me (come one now),

Don’t play dead (don't play dead)

Cause maybe (because maybe)

Someday I’ll (someday I'll) walk away and say, “You disappoint me,”

Maybe you’re better off this way

Maybe you’re better off this way

Maybe you’re better off this way

Maybe you’re better off this way

You’re better of this; you’re better off this;

Maybe you’re better off!Wake up (can't you) and face me (come on now),

Don’t play dead (don't play dead)

Cause maybe (because maybe)

Someday I’ll (someday I'll) walk away and say, “You fucking disappoint me!”

Maybe you’re better off this way

Go ahead and play dead

I know that you can hear this

Go ahead and play dead

Why can't you turn and face me?

Why can't you turn and face me?

Why can't you turn and face me?

Why can't you turn and face me?

You fucking disappoint me!

Passive aggressive bullshit

21 Haziran 2008 Cumartesi

AŞK


Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar.Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı.
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü.
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün oynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.

Cemal Süreyya

15 Haziran 2008 Pazar

Ezilenlerin Pedagojisi


Merhaba , uzun süredir pek bişey göndermemişim buraya. Paolo Freire'nin " Ezilenlerin Pedagojisi " üzerine çıkardığım notlardan özet benzeri bikaç değinme gönderiyorum .. Hoş kalın.



Ezilenlerin Pedagojisi

Bir Özgürleşme Pratiği Olarak Eğitim




Conscientizaçao : Sosyal , siyasi ve ekonomik gelişmeleri kavramak ve gerçekliğin insanları ezen koşullarına karşı harekete geçmek için gereken öğrenme süreci anlamına gelir.



I.Bölüm


Ezilenlerin varoluşşal koşullanmaları , onları özgürleşme çabası yerine “ezen olma” özlemine iter. Yani , karşı kutubuyla özdeşleşmek.

Ezilenlerin içine düştüğü bir durum da özgürlüksüzlüğe uyum sağlamanın güvenliğidir. Bunun nedenleri arasında diyalog karşıtı ilişki biçimlerinin etkin olduğu ilerleyen kısımlarda göreceğiz.

Ezilen ve ezen için de görev , ezilmeyi doğuran somut durumun dönüştürülmesidir. Bunun için de nesnellik ve öznelliğin diyalektik ilişkisinden bahsetmek gerekir.(( Bourdieu'yu aklıma getirdi)) . Ezen , ezilen arasındaki ilişkiyi ortaya sermek için farklılıkların adaletsizliklerin bir nevi rezilliklerin daha rezilleştirilmesi gerekir.

Devrimci mücadelede için de şu söze bakalım: “ parti kitlelere kendi eylemlerini açıklamak zorundadır. Böylece proleterya devrim deneyimlerinin sürekliliğini sağlamakla kalmayıp , bu deneyimlerin gelişimini de bilinçli ve aktif olarak ilerletmiş olur “ Lenin'in Düşüncesi , G.Lukâcs . Parti kitlelere kendi eylemlerini açıklayabilmelidir.

Özgürleştirici eylem uygulaması nasıl mümkün olur? Bunun için siyasi iktidar gerekiyorsa bu da ezilenlerde yoksa?

Kendilerini de ezenleri de özgürleştirecek olan ezilenlerdir. Ezenler ne başkalarını ne de kendini özgürleştirebilirler. Bu nedenle ezilenlerin içinde bulunduğu çelişkiyi iyi çözümlemek gerekir. Eğer ezilenin amacı insan olmaksa ; bu , çelişkinin ögelerini ters yüz etmekle olmayacaktır.

Kimse tek başına kendi çabasıyla kendini özgürleştiremeyeceği gibi kimse de başkası tarafından özgürleştirilemez. Doğru yöntem diyalogtan geçer. Ezilenlerin özgürleşmeleri için mücadele etmeleri gerektiğine ikna olmaları gerekir. ( sahte katılım değil yükümlülükleri olan bir girişim)


II.Bölüm


Özgürleşme pratiği olarak bir eğitim istiyorsak öncelikle anlatıcı-dinleyici eğitim modelini yıkmalıyız. Bu modelde öğrenci , sürekli edilgen konumda kalır ve içi doldurulacak nesneler haline getirilir.

Öğrencilerin yatırım nesneleri , öğrenci ise yatırımcı olur. Öğrencilerin yatırımları kabul ve tasnif edip yığmakla yükümlü olduğu bu modeli bankacı eğitim modeli olarak adlandırıyoruz.

Eğitim çalışması , öğretmen-öğrenci çelişkisini çözümlemekle işe başlamalıdır Bu modelde öğretmen öğretir , her şeyi bilir , düşünür , disipline eder , seçer uygular ; öğrenci ise ders alır, hiçbir şey bilmez , hakkında düşünülür , disipline olur , uyarlanır.

Öğrenciler kendilerine dayatılan rolü ne kadar kabullenirlerse , dünyayı kabule o kadar yatkın olurlar.

Bankacı eğitim modleinde eğitilmiş insan , uyumlulaştırılmış insandır; çünkü dünyanın içine daha iyi uyar. Ezenlerin amacına uygundur çünkü onların huzuru insanların , dünyayı ne kadar az sorguladıklarına bağlıdır.

Bu model “ yaşamseverliği” teşfik etmez tam tersine “ ölümseverliği” teşfik eder. Ölümsever kişiler , mekaniş şeyleri sever , canlı şeyleri cansız şeylere dönüştürmenin dürtüsü yönetir onları. Deneylerdne çok anılar , varolmaktan çok sahip olmak önem taşır. Denetime tutkundur , denetlerken yaşamı öldürür.

Özgürleşmeye gerçekten bağlananlar bu modeli kesinlike reddetmelidir insanları boş kaplar olarak gören eğiticilik idelaline son verilmelidir. İnsanların dünyayla ilişkilerinde problemleri tanımlama pratiğini idealine almalıdır.

Özgürleştirii eğitim idarek edimlerindne oluşur , bilgi aktarımından değil.

Otorite bu süreçte özgürlüğün safında olmalıdır , karşısında değil. Burada kimse kimseye ders vermez , kimse de kendi kendine öğrenmiş değildir.

Özgürleştirici eğitim modelinde insanların tarihsel varlıklar olduğu unutulmamalı ve amaç var olan doxaları(kanaat), logos'a(gerçek algı) dönüştürmek olmalıdır. Bu bilinci var eden dünya , bu bilincin dünyası haline gelecektir.. Kadercilik de , değişim ve sorgulama güdüsüne yenik düşecektir.

(( Şiddet , az sayıda insanın ötekilerin sorgulama sürecine girmesini engellediği her durumdur. ))

Devrimci süreç içinde , geçici olarak bir bankacı model düşünülemez . İlk andan itibaren diyalogçu , devrimci eğitim olmak zorundadır.


III.Bölüm


Diyalogçu eğitim modelinin özü olarak söz alınmalı. Söz , düşünme ve eylem içermeli. Ancak söz , bir veya iki kişiye ait olmamalı , herkeste bu hak olmalı .

Diyaloğun sürmesi için tarafların alçakgönüllüğünü koruması gerekli .

Eğitmenlerin de insana inançları olmalı. Eğitmenin kendi organize ettiği , konuları belirlediği model yanlıştır. Çünkü o insanları sadece eylemlerinin nesneleri olarak görür. Oysaki tasarılar ; doğrudan doğruya yöneldiği durum içindeki insanlarla düzenlenmelidir.

Birçok devrimci de halkın desteği için yukarıdan aşağıya planlayarak bankacı eğitim modeline kapılırlar. Kitlelere kendi dünya görüşlerine göre yaklaşırlar ama halkın gerçeklerine denk düşmeyen projelerdir bunlar.

Devrimcinin rolü , halkla birlikte özgürleşmektir , özgürleştirilmektir , halkı “ kazanmak” değil.

Siyasetçi ve eğitimcilerin söylediklerinin anlaşılmadığı sıklıkla görülür. Çünkü dilleri hedefledikleri insanların somut durumuyla ilişkisizdir. Dolayısıyla söylenenler yabancılaşmış nutuklardan ibaret kalır.

İnsan hayvandan farklı olarak kendi ürünüyle özgürce karşı karşıya gelebilir. Hayvanlarda praxisten söz edilemez. Praxis olmaksızın meydana gelen hayvan etkinliği de yaratıcı değildir. İnsanın dönüştürücü faaliyeti ise yaratıcıdır. Gerçekliğin inşası , bunun durağan olmadığı ve insan-dünya arasında ilişkisel olarak geliştiğinin kavranmasıyla olur.

Eğitimci ,bir program hazırlayamayacağı gibi kendisinin de önceden belirlediği yol tarifleri de yapamaz.

Bir konusalın araştırılması , insanların düşünmesinin araştırılmasını içerir: Bu düşünme de sadece ve hep birlikte gerçekliği ortaya çıkarmaya çalışan insanların içinde ve arasında meydana gelir. Düşünüşleri hurafeci , naif olsa bile insanlar ancak , varsayımlarını eylem içinde yeniden düşünce süzgecinden geçirirlerse değişebilirler. Bu süreci de fikir üretmek ve bu fikirlere dayalı hareket etme ( başkasının fikirlerinin tüketimi değil) oluşturmalıdır.

Bu çalışmalar sırasında grup içinde gönüllülere ihtiyaç duyulacaktır. Bu gönüllüler o bölgede bir dizi araştırma yapmalıdır. Anketler , fotoğraflar, kısa filmler.. Bu araştırmalar sırasında halkın konuşma şekli, yaşam biçimleri , çalışırkenki davranışları , aile ilişkileri dikkatle incelenmelidir. Her gözlem ziyaretinden sonra tartışmaya açılacak raporlar hazırlanmalıdır. Bu raporlar ve değerlendirme toplantıları ışığında program içeriği oluşturulabilir. Kuşkusuz bu ; yukarıdan alınan kararlara dayalı programdan daha başarılı olacaktır.

Bundan sonraki aşamalarda ise kısım kısım , kodlamalar konu yelpazesini oluşturur ve kodlar çözülmek üzere tartışılır. Bu sırada katılanlar dünya hakkındaki gerçek bilinçlerini açığa çıkarırlar. Böylece kendi davranışlarına şimdiki analizler ışığında dışardan bakabilirler. Bu idrakın meydana gelmesiyle gerçeklikle ilgili başka bir anlayışa sıçrayabilirler. (önceki idrakın idrakı)

Tartışmalarda resimler, fotoğraflar , dergi yazıları üzreinde durulabilir. Örneğin aynı olayın farklı gazetelerde farklı yorumlanışı. “Niçin aynı olayı değişik gazeteler farklı yorumluyor?” Bu uygulama eleştiri duygusunun gelişimini sağlar ve kendilerine yöneltilmiş “ duygulara” edilgen tepkiler veren nesneler olarak değil , özgürleşme çabasındaki bilinçler olarak tepki gösterirler.


IV.Bölüm


İnsanların , hayvanlardan praksisi olmasıyla ayrıldığını söylemiştik. Hayvanlar çalışmadıkları için insanın yaşadığı gibi dünyanın içinden sıyrılıp onu nesneleştirip dönüştürme yoluna giremezler.

İnsan faaliyeti kuram ve praksistir. Lenin'in “ Devrimci kuram olmadan devrimci harekette olamaz “ sözü de devrimci düşün ve eylemle gerçekleştirileceği anlamına gelir. Bu devrimci süreçte önderler düşünen , ezilenlerde sadece yapanlar olarak tasarlanamaz. Eğer halka gerçekten adanmış önderlerden oluşuyorsa bu yapı , dönüştürme sürecinde temel rolü de halka vermelidir. O yüzden önder dediğimiz kişiler kitleleri manipule eden insanlar olarak görülmemelidir. Önderler koordinasyonu belirlemelidir.

Devrimci praksis de egemen seçkinlerin praksisinin karşıtı olmak zorundadır. Devrimci praksis bir birliktir , önderler ezilenlere mallarıymış gibi davranamazlar.

Manipulasyon , sloganlaştırma , “ yatırım yapma” , emir-komuta , kural belirleme devrimci praksisin bileşenleri olamazlar.

Halkla diyalog , her gerçek devrimin radikal gerekliliğidir. Bu bir devrimi devrim kılan , onu darbeden ayırt eden özelliktir. Kimse darbeden diyalog beklemez sadece kandırma ( meşruluk) veya iktidar beklenir.

Bazıları devrimin iletişim olmaksızın bildirilerle gerçekleşmesi gerektiğini , bu arada diyaloğun süreceğini ve devrim kazanılınca o zaman müthiş bir eğitim çabası gerçekleştirileceğini ileri sürerler. Dahası , iktidarı almadan özgürleştirici eğitimin mümkün olmadığını söyleyerek haklı göstermek isterler. Önderlerin iktidara gelmeden önce eleştirel bir eğitim tavrı alabilmeleri mümkün olduğunu reddettikleri zaman kültürel devrime uzanan kültürel eylemin niteliğini de reddetmiş olurlar.

Boyun eğdirme: Diyalog karşıtı eylemin baş özelliği boyun eğdirme zorunluluğudur. Öteki insanlarla ilişkisinde diyalog karşıtı kişi onlara boyun eğdirmeyi amaçlar . Giderek artan ölçüde ve en sertinden en inceliklisine , en baskıcısından en sefkatlisine her araçla.

Boyun eğdiren , boyun eğenlere kendi hedeflerini dayatır , kendi çizdiği sınırlara göre yeniden biçimlendirir , onlar da bunu içselleştirir.

Ezenler bunun için dünyayı gizemleştirmek zorundadır, mitleştirmek. Mesala patronundan rahatsız olanın rahatça başka bir iş arayabileceği miti , her çalışkan kişinin girişimçi olabileceği miti , genel eğitim hakkı miti , insanların eşitliği miti .


Böl ve yönet: Ezenler , ezilenlerin her türlü birleşme girişimlerini sakıncalı olarak görüp “ “tehlikeli” addedecektir. Çünkü birbirinden kopmuş grupların kontrolü daha kolay olacaktır.


Manipulasyon: Tıpkı boyun eğdirme gibi manipulasyon , kitleleri egemen seçkinlerin hedeflerine uyumlu hale getirmek için kullanır.

Manipulasyonda da yine mitler oluşturulur. Ulusal burjuvazi övülür. Bireylere burjuvaca bir kişisel başarı hırsı aşılanır.


Kültürel İstila: Kültürel boyun eğdirme saldırıya uğrayanların kültürel özgünlüklerini yitirmesine yol açar , saldırıya uğrayanlar zamanla istilacıların normlarını benimserler.

İstilaya uğrayanlar ne kadar kendilerine yabancılaşırsa , istilacılara o kadar çok benzemek , onlar gibi giyinmek , onlar gibi konuşmak isterler.

Aile içindeki otoriter yapılar çocukların daha küçüklükte bu ana-baba otoritesini içselleştirmelerini sağlar.

Evdeki hava aynı şekilde okulda devam edecektir. Yine evdeki gibi yukarıdan aşağıya benimsenmek zorunda olunan kurallar oluşturulmuştur. Bunlardan biri düşünmemektir.


Diyalogcu kuramın bazı ögeleri:


İşbirliği , diyalogcu eylemde özneler dünyayı dönüştürmek için birlikte çalışmalıdır. İş birliği için bütünleşme gerekir , bütünleşme kaçınılmaz olarak işbirliğini getirecektir. Devrimci önderler , halkın bizzat içinde kendilerni varetmelidirler.


Özgürleşme için birlik

Örgütlenme

Gerçek otorite sadece iktidarın el değiştirmesi ile onaylanmaz , temsilci olarak seçilme ya da eğilimde fikir birliği yoluyla sağlanır. (( nasıl bir temsil?))

Amaç ,otorite haline gelmiş bir özgürlük anlayışına dayalı örgütlenme olmalıdır.

Diyalogcu eylem kuramında örgütlenme otoriteyi gerektirir , bu yüzden otoriter olamaz ; özgürlük gerekir , bu yüzden dizginsiz olamaz.