24 Kasım 2012 Cumartesi

Gece Havasının Öyküsü

Dünyayı doğuran en büyük tanrılar, ilk tanrılar, yapacaklarını nasıl ve neden yapacaklarını düşündüklerinde, her bir tanrının bunu bilmek için, öbürlerinin de öğrenmesi için sözcüğünü çıkardığı bir meclis topladılar. İlk tanrıların her biri sözcük çıkarıp onu meclisin ortasına atacaktı, orada zıplayan sözcük öbür tanrılara ulaşacak, onlar da sözcüğü alıp tekrar fırlatacaklar, top gibi dönen sözcük herkes onu anlayana kadar bir o yana bir bu yana gidecekti. Sonra, dünyalar dediğimiz şeyleri doğuran en yüce tanrılar anlaşma yaptılar. Sözcüklerini çıkarttıklarında buldukları anlaşmalardan biri her yolun bir yolcusu, her yolcunun da bir yolu olduğuydu. Sonra da her şeyi tamamlamaya, daha doğrusu eşleştirmeye koyuldular.

Havayla kuşlar böyle meydana geldi. Have ne seyahat etmek için önce yaratıldı, ne de kuşlar uçabilsinler diye sonra yaratıldı.
Suyla içinde yüzen balıklar, toprakla üstünde yürüyen hayvanlar, yollarla üstünde gezen ayaklar da aynı anda yaratıldı.
Ama kuşlardan bahsetmişken, havaya karşı çıkan kuşu hatırlamak gerekir. Bu kuş hava ona direnmeseydi daha iyi ve daha hızlı uçacağını söylerdi. Söylenip dururdu, çünkü uçuşu çevik ve hızlı olsa da, hep daha iyi, daha hızlı olmak isterdi. Bunu yapamamasının nedeni de havanın ona engel olmasıydı. Tanrılar hava uçup da ondan yakınan kuşun yaygaralarından o kadar usandılar ki ceza olarak kuşun tüylerini ve gözlerindeki ışığı aldılar. Onu çıplak bir şekilde gecenin soğuğunda kör gözlerle uçmaya gönderdiler. Bir zamanlar zarif ve hafif olan uçuşu bozuk ve hantal oldu.
Gelgelelim aldığı pek çok darbeden ve geçirdiği kazalardan sonra bu kuş kulaklarıyla görmeyi öğrendi. Bu kuş yani yarasa başka şeylerle konuşarak yolunu bulur ve dünyanın onu sadece nasıl dinlemesi gerektiğini bildiği bir dilde cevapladığını bilir. Onu saran tüyler olmadan tedirgin ve aceleci uçuşuyla kör yarasa dağ gecelerine hakim olur, başka hiçbir hayvan karanlıkta onun kadar iyi gezemez.
Erkeklerle kadınlar bu kuştan yani tzotz'tan, yarasadan söylenmiş sözcüğe, düşüncenin sesine değer vermeyi öğrendiler. Ayrıca gecenin içinde birçok dünya barındırdığını, bu dünyaların meydana çıkıp gelişmesi için onları nasıl dinlemeleri gerektiğini de öğrendiler. Gecenin dünyaları sözcüklerle doğar. Sesler yoluyla ışığa dönüşürler, sayıları çok olduğundan karaya sığmazlar ve birçoğu göğe yükselir. Bu yüzden yıldızların yerde doğduğunu söylerler.
En ulu tanrılar erkeklerle kadınları da dünyaya getirdiler. Birisi öbürünün yolu olsun diye değil, ikisi de birbirinin yolu ve yolcusu olsun diye. Birlikte olmaları için birbirlerinden farklı kılındılar. Yüce tanrılar erkekleri ve kadınları birbirlerini sevsinler diye yarattılar. Gece havasının uçmak, düşünmek, konuşmak ve sevişmek için en uygun hava olması bundandır.
                     Durito'yla Söyleşiler . Neoliberalizm ve Zapatistaların Öyküleri. S.Marcos. syf 348.

12 Mart 2012 Pazartesi

Falling // The Civil Wars

Anarşi ve Futbol


Zapatista bölgesindeki, Aguascalientes'de, iki uzun ahşap yatakhanenin arasında, ağı olmayan, bel vermiş direklerden oluşan kalelerle futbol oynadık. Top sık sık binaların çatısına gidiyordu. Böyle olunca top taca çıkmış sayılmıyor, top yuvarlanıp geliyor ve saçakların altında topu kapma mücadelesi sürüyordu. Çılgın anlardı, gerçek değil gibiydi, çünkü benim gibi ziyaretçilere yabancı gelen bir yoksulluğun orta yerinde top oynuyorduk, hatta askeri uçaklar olağan uçuşlarını yapıyordu. Meksika'daki bu yabancı alanda bazılarımız, ziyaretçiler ve ev sahipleri, yüzeysel de olsa en azından samimi bir şekilde birbirimizle tanıştık. Futbol, koşullara uyarlanarak oynandı, dil, değer ve hatta kondisyon farklılıklarını aşarak aramızda bağlar kuruldu. Yüksek rakımdan dolayı zor anlar yaşadım.
Futbol sahasının, sosyal alanla örtüşmesinde güçlü yönler vardır. İlki tarihseldir; bir sosyal etkinlik mekanıdır. Ulusal, sınıfsal ve daha küçük toplumsal kimlikler, futbol sahasında ve çevresinde tutkuyla dışa vurulur. İkincisi, kolektif bir oluşumdur; gruplar toplum içinde olduğu gibi sayısız bçimlerde şekillenir. Futbol, takımlar, fan klüpler, holigan çeteleri ve ötesi gibi yakın ilişki gruplarını ortaya çıkaran güçlü duygulara neden olur. Üçüncüsü, üsluptur; bireylerin ve ait oldukları toplulukların veya toplumların benzersiz olduklarını ifade eden yollardır, bu en çok oyun üsluplarında ortaya çıkar. Belki de en tanınmış olanı Brezilya, bir Afro-Brezilya savaş sanatı olan capoeria'dan geliştirilmiş olduğu çok açık olan akıcı bir oyun sergiler. Dördüncü ve en önemlisi ise, futbol sahasının sosyal olanı karakterize eden karşılıklı yardımlaşmayı yeniden üretmesidir; insanlar spora şevkle katılır, onu ve kendilerini yeniden tanımlar.
Burada, futbolu romantikleştirmek ve entellektüelleştirmek peşinde değilim. Futbola (veya herhangi bir oyuna), insanların felsefelerinin, politikalarının ve umutlarının gerçek bir karışımı olarak bakılabileceğini düşünüyorum. Bu onu güç ilişkilerinin üretildiği önemli bir yer yapar. Sahada güç isimlendirilir, paylaşılır, yarıştırılır ve hissedilir. Gücün dağılımı düdük çalana kadar asla düzene girmez. Sporun biçim ve örgütlenmeye ait geniş alanlarında anarşist bir atağa ihtiyacımız var. Topu tekmelemek, sokağa barikat kurmak veya bir kooperatif kurmak kadar anarşist kılınabilir.
Futbol nasıl anarşist olabilir? Başlangıç olarak diyebiliriz ki futbol ve anarşizm varolduğundan beri anarşistler futbol oynamışlardır. 20. yüzyılın başlarında aralarındaki ilişki oldukça açık biçimde varolmuştur. Şimdilerde "Argentinos Juniors" olarak bilinen takımın adı eskiden "Şikago Şehitleri"ydi ve Buenos Aires'deki anarşist bir kütüphanede başka bir takım da kurulmuştu. ve güvenle tahmin edebiliriz ki, 1937′de Kuzey Amerika'da "Cumhuriyet" için para toplamak amacıyla tura çıkan bazı Barselona takımları kendilerini kendi şehirlerinin anarşistleriyle özdeşleştiriyorlardı. Paris'te 1968 Mayısı'nda greve giden profesyonel oyuncular kendi paylarına düşen özgürlüğü talep ederken öğrencilerden ve işçilerden çok mu farklıydılar? St. Pauli'nin anti otoriter taraftarları, politikayı stadyum duvarlarının arkasında bırakabilirler mi, veya bir mitingden, bir protestodan önce futbolu unutabilirler mi? Eğer birçok mekan ve eylem esasen anarşist çağrışımlıysa, o zaman furbolun da eski bir anarşist cephesi vardır.
İnsanların maça olan sevgileri, özgürlüğe ve adalete olan sevgilerine dönüştürülmüştür; 1942′de Dinamo Kiev takımı gibi, ülkeleri futbolistaezlnbağımsızlık savaşı verirken Fransız takımlarını terk eden Cezayirli futbolcular gibi, veya ırkçılığa, hırsa ve faşizme karşı çıkan Ruud Gullit gibi beyaz olmayan Avrupalı futbolcuların yaptığı gibi. İnsanlar değerlerini, kimliklerini ve arzularını maç aracılığıyla yeniden üretirken, futbolu daha fazla bir şeye doğru esnetirler. Chumbawamba futbola olan tutkusundan dolayı kendi web sitesinden bir gençlik takımı olan Wetherby Athletic'i desteklediğini açıklar. Ki onların da politikliği takım üniformalarını süsleyen "anarşist" kelimesinden dolayıdır.
Politika, futbolda sapmalar veya kazalar olarak ortaya çıkmaz. İnsanların maçla etkileşiminin bir parçasıdır. Spor, Dünya Kupası finallerindeki bir maçta da, asi Meksika'daki engebeli bir sahada oynanan maçta da biçimini korur. Oyuncuları, temel kuralları ve hedefleri aynıdır. Spor, insanların bu temel unsurlar etrafında bir araya gelme biçimlerine göre değişir. Güney Amerika'nın Barras Bravas'ı; Avrupa'nın holiganları, ultraları ve karnaval fanatikleri: Fanatikliğin bu provokatif uzantıları, futbol sahasından yeni enerjik kültürel oluşumların ortaya çıkabileceği hissini veriyor. Stadyumları hemen doldurmasak bile bugün aynısı anarşistler arasında da meydana geliyor.
Anarşist futbol, son yıllarda şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bir isim, üslup veya örgüt olmaksızın ortaya çıktı. Birleşik Devletler orta-Atlantik bölgesinde insanlar Anarşist Futbol Ligi olarak maç yapıyorlar. Batı kıyısında, anarşistler ve diğerleri bir isim olmaksızın maç yapıyorlar. Orta-batı'da Arsenal, Riot (isyan), Swarm (arı oğulu) takımları Anarşist Futbol Birliği olarak maç yapıyorlar. Sonuncusu minumum anlamda bir birlik, federasyon veya şebeke biçiminde. Bazıları haftada bir, bazıları yılda bir biraraya geliyor. Maçlar bir veya iki saat sürüyor. Önce, şimdi ve sonra meydana gelenler bir ana çerçevenin tayin edilmesini gerektirmiyor. Anarşistlere özgü bir tarzla, futbol, sporun tarihini tekrarlıyor, kolektif politika ve tutku sahada birbiriyle kaynaşıyor.
Örneğin Anarşist Futbol Birliği, varsayımsal, önerilebilir bir anarşist çalışma biçimi olarak ele alınabilir. Bu, bir grup insanın aşındırdığı toprak parçası üzerinde yapılan bir evirmeceden fazla bir şey de olmayabilir veya gerçek, geniş ama gizil bir anarşist güç de olabilir. Birliğin Şikago örgütü, görünürde aralarında en örgütlü olanıdır (telefon listesi, uniformalar, program vs.), maça çıkma sıklıkları, arkadaşlık dereceleri, politik inançları geniş bir çeşitlilik gösteren bireylerden oluşur. Birliğin dışında, Portland, Berkeley ve San Fransisko gibi şehirlerde çeşitlilik içeren bir bütünlük içinde kuralsız maçlar yapılmaktadır. Etkinliklerdeki bu dağılım anarşizm ve futbolun karşılıklı bir yeniden tanımlanmasına işaret etmektedir. Her biri bir diğeriyle birleşerek değişime uğramaktadır. Anarşist maçlar futbolu, Nike, Büyük Futbol Ligi ve Uluslararası Futbol Birlikleri Federasyonu'nun (FIFA) pompaladığı metalaşmadan ayrı tutmaktadır. Ve anarşizme başka bir canlılıkta kültürel oluşum, yeni bir ifade biçimi kazandırmaktadır.
Kültürel oluşum nedir? Sınırsız hayal gücü, tanımlamak istediğim şey için kaçınılmaz bir terim olabilir. Bu acele bulup ortaya attığım bir terim değil. Lisedeyken Profane Existence'ı keşfedip, muazzam kara blokların fotoğraflarını gördüğümde, böylesi bir kolektif eyleme katılmanın inanılmaz bir duygu olduğunu hayal etmiştim. Birkaç yıl sonra Körfez Savaşı'na karşı bir yürüyüşte umulmadık bir biçimde kara bloğa katıldım. Oltaya yakalandım. O zamana kadar anarşistlerle olan bağım ve özdeşleşmem bir tereddüt taşıyordu, ama böylesi belirsiz görüntüler ve ortaklaşmanın böylesi uçup giden anları düzeyin artmasını sağladı. Futbol sahasında ortaya çıkan bütün değiş tokuş, işbirliği ve yakınlaşmalar, özdeşleşmenin ve sadakatin aynı işlevlerine hizmet edebilir.
Anarşist futbol kolektif kimlikleri takımlar aracılığıyla ifade edebilir, özellikle anarşist idealleri hayata geçirdikleri ve kolektif becerileri inşa ettikleri anlamda. Pozisyonlar ve stratejiler üzerinde antrenör olmaksızın karara varmak, baskı olmaksızın antrenman yapmak, her beceri düzeyinden oyuncu kullanmak; anarşistlerden başka kim bunların üstesinden gelebilir? Doğrudan eylemlerimizde kullandığımız iletişim becerilerini ve diğer ortak becerilerimizi neden futbolda kullanmayalım? Destek olmak deneyimli futbolcuların bildiği bir şeydir. Oyuncular, sahada topu savunmadan uzakta tutmak veya topun ileriye gitmesini sağlamak için takım arkadaşlarının pas verebilecekleri yerde durarak onlara destek olurlar. Bu teknik, yoldaşlarınızın nerede durdukları ve ne yapabilecekleri konusunda uyanık olmanızı gerektirir. Gayrimeşru çalışmalar sırasında, bu tür beceriler hareketleri hızlandırır, sağlamlaştırır ve güvenli kılar. Futbol oyunundaki birçok şey bizim taktiklerimizi besleyebilir ve bunun tersi de mümkündür. Bir kadın takım arkadaşım bu karşılıklı ilişkiyi şöyle tanımlamıştı, "Topa vuruyoruz. Koşuyoruz. Tepeliyoruz. Kaçıyoruz."
Futbolun teknik olmayan yönleri özellikle uzun vadede kolektif politik çabalarımızı pekiştirebilir. Örneğin, stratejik bir örgütlenme ilkesi olarak yakınlaşma fikri -karşılıklı güvene dayanan küçük gruplar içinde politik eylemlerde bulunan insanlar- anarşistlerin buluşudur, fakat gerçekleştirilmesi zordur. Sürekli birlikte futbol oynamak somut bir yakınlaşma duygusunu sağlayabilir. Maçı oluşturan tüm iletişim ve işbirliği, karşılıklı bir güven ve anlayış duygusu halinde kristalize olur. Bir kez yaşandıktan sonra başka bağlamlarda daha kolay hayata geçirebilecek bir duygudur bu. Birkaç kişinin, katkılarının toplamının yaratabileceğinden daha büyük bir etki yaratması ne güzel bir şeydir. Bunu politikada yeterince görmüyorsak da en azından futbolun iyi örneklerinde bulabiliriz.
1990′da Dünya Kupası yarı finalinde Kamerun'un İngiltere karşısında zafere yaklaştığı bir anda, yakınlaşma gerçek ve görünür bir şekle büründü. Kamerun'u bir gol öne geçiren atak, yalnızca en iyi takımlardan birini rezil etmekle kalmayıp, çok akıllıca bir şekilde gerçekleştirildiği için nefes kesiciydi. Kamerun'un oyunu hem duru bir güzelliğe hem de güçsüz bir takımın başarısına sahipken, yakınlaşmanın nasıl da somut ve şiirsel olabileceğini gösteriyordu. Yakınlarda gerçekleşen bir Şikago Arsenal maçında, takım arkadaşlarımızdan birinin basit bir pası diğer takımı şaşırttı ve takımımızın ani bir karşı atağa geçmesini sağladı. Birkaç pastan sonra, rakiplerimiz kadar bizi de şaşırtacak bir biçimde gol attık. Devrimin değilse bile direnişin böylesi bir fırsatlar zincirinin sonucunda gerçekleşebileceğini hayal etmez miyiz? Maçın büyüsü devrimci hayal gücüyle temas halindedir, şiir ve sanat gibi: Değişim duygusuna ve imgelemine yol açar.
Elbette futbol herkesin hoşuna gitmez. Ama sanat ve başka kültürel ifade biçimleri de öyle. Peki evrensel bir çekiciliği yoksa devrim için ne işe yarayacak ki? Bu soru bize sporu kullanmak veya onu ıskartaya çıkarmak gibi ikili bir seçenek sunmuyor. Maç değiştirilebilir. Sadece maçı kazanmak mantığından öte bir takım uyumu ve takım becerisi inşa edebiliriz. İnsanların eğlenmesini sağlayabiliriz, hatta maç yapmayanların bile. Politik mücadelenin bir parçası olarak futboldaki potansiyel, sporun tekrar herkese açık kılınmasında gizlidir.
Beceri paylaşımı ve yakınlaşma içselleştirilmelidir. Futbol sahasında oyuncular hızlarını ve adımlarını yeni oyunculara göre ayarlamalıdır. Maç akıcı doğasıyla buna izin verir; hücum oyuncuları top sürmekten ziyade paslaşmaya ağırlık verebilir, savunma oyuncuları ise rakiplerini kontrol altında tutmaya konsantre olabilir. Genel nitelikteki bu tavsiye cinsiyet söz konusu olduğunda daha da ağırlık kazanır. Kadınlar her bir takımda rol almalıdır ve bütün maço davranışlar sahadan uzak tutulmalıdır. Profesyonel maçlarda ortak bir davranış olarak oyuncular için kullanılan cinsiyetçi aşağılamaların yerini "Erkeklik yapma, pas ver!" gibi bir şakalaşmanın aldığını gördüğümüz gün büyük bir gün olacaktır.
Sonuca gelirken sade olmakta yarar var: Futbol, özünde basit bir oyundur ve anarşizm özünde basit bir istektir. Sporun temel kolaylığı onu dünya çapında yaygınlaştırmış ve bizi de beraberinde sürüklemiştir. En harika yanlarından biri oyun sırasında yeni biriyle tanışmamız veya oyun sonrasında bir akşam yemeğinde, barda ilişkilerimizi güçlendirmemizdir. Aslında futbol sahası oynamak için bir buluşma yeriyse insanların bir araya gelmekten hoşlandığı bir mekan olmaya kadar da genişleyebilmelidir. Anarşi burada başlayabilir, en azından tomurcuklanır. Bir golün atılmasında veya bir takımın antrenman yapmasında öz-örgütlenme fikri görünür kılınabilindiği sürece anarşizmin işi hiç de zor değildir. Futbolla anarşizmi bir araya getirmek doğal ve ortak-yaşamsal bir şeydir. Futbol sahası, Gramsci'nin deyişiyle "insani sadakatin büyük açık hava krallığı" bizim kılınmalıdır.
İngilizce Orijinali: A-Infos (TR) Haber Ağı ("Pitched Battles – Football and Anarchy", Arsenal Dergisi, sayı 4)
Orjinal Link : Burada

24 Ocak 2012 Salı

Sosyoloji Kuramlarına dair notlar - Modernizm, Postmodernizm

Notlar özellikle sanayi-sonrası dönem düşünürlerden notlar ,  Modernizm , post-modernizm ve post-yapısalcılık üzerine notlardan oluşuyor.
[Link]


9 Ocak 2012 Pazartesi

"Aşk yok gayri memlekette Cemal Süreya beri gideli" Can Yücel .. Cemal Süreya ölümü üzerine - 9 Ocak

30 Ekim 2011 Pazar

.....

Doğrudur yıldırımın düştüğü ,
yağdığı yağmurun,
bulutların rüzgarla sökün ettiği.
Ama savaş öyle değil ,
Savaş rüzgarla gelmez.
Onu bulup getiren insanlardır.
Duman tüten topraktan bahar boyunca ,
dökülüp yükselir birden gökyüzü.
Ama barış ağaç değil,
ot değil ki yeşersin:
Sen istersen olur barış ,
istersen çiceklenir.

B.Brecht

18 Ekim 2011 Salı

Aşağı Manhattan’daki Meydan İşgali, Temsil Başarısızlığından Söz Ediyor


Michael Hardt ve Antonio Negri
Wall Street’i İşgal Et pankartı altında yapılan gösteriler, sadece ekonomik adaletsizliği geniş anlamda dillendirdikleri için değil, aynı zamanda ve belki daha da önemlisi, sorunları ve istekleri dillendirdikleri için pek çok insan arasında yankı uyandırıyor. Protestolar Aşağı Manhattan’dan çıkıp, ülke çapındaki kentlere ve kasabalara yayıldıkça, şirketlerin açgözlülüğüne ve ekonomik eşitsizliğe karşı öfkenin gerçekliği ve derinliği ortaya çıkmakta. Ama en az bunun kadar önemli olan şey, politik temsilin yetersizliğine –veya başarısızlığına- karşı protestodur. Politik temsilin yetersizliği veya başarısızlığı, o veya bu politikanın ya da o veya bu partinin etkisiz veya yozlaşmış olması değil (ki bu çok doğru olmasına rağmen) çok daha genel anlamda temsili politik sistemin yetersiz olmasıdır. Bu protesto hareketi, samimi bir demokratik kurucu sürece dönüşebilir ve belki de dönüşmelidir.
Wall Street’i İşgal Et protestolarının politik yüzü, onu geçen yılki diğer “meydan işgalleri” ile birlikte konumlandırdığımızda görünür hale gelir. Bunlar birlikte bir mücadele döngüsünün ortaya çıkışını biçimlendiriyor. Pek çok durumda, etkileme çizgileri açıktır. Wall Street’i İşgal Et protestosu, geçtiğimiz bahar aylarının başında Kahire Tahrir Meydanı’nın işgalinin peşinden İspanya’da 15 Mayıs’ta başlayan meydan işgallerinden esinleniyor. Bu gösterilere, bir dizi paralel olay eklenebilir; örneğin, Wisconsin parlamento binasındaki protestolar, Atina’da Syntagma Meydanı’nın işgali ve ekonomik adalet için İsrail çadır kamplarındaki protestolar. Bu çeşitli protestoların içeriği, elbette çok farklıdır ve bu protestolar başka yerlerde olanların yinelenmesi değildirler. Tersine bu hareketlerin her biri, birkaç genel bileşeni kendi içinde bulunduğu koşula uyarlamak durumunda kalmıştır.
Tahrir Meydanı’nda işgalin politik doğası ve protestocuların hiçbir şekilde mevcut rejim tarafından temsil edilemeyeceği gayet açıktı. “Mübarek gitmeli” talebi, diğer bütün meseleleri içerecek kadar güçlü bir etki sağladı. Sonrasında Madrid’in Puerta del Sol ve Barcelona’nın Placa Catalunya Meydanlarında kurulan protesto kamplarında, politik temsilin eleştirisi çok daha karmaşıktı. İspanya’daki protestolar, borç, barınma ve eğitim gibi sorunları dikkate alan daha geniş kapsamlı bir toplumsal ve ekonomik sorun yelpazesini birleştirdi, ama bu protestoların, İspanya basını tarafından başta duygu olarak tanımladıkları “öfke”si, açık açık, bu sorunlarla baş edemeyen politik sisteme yöneltilmişti. Mevcut temsili sistem tarafından sunulan sahte demokrasiye karşı, protestocular, kendi ana sloganlarından birini, “Democracia real ya” veya “Gerçek Demokrasi, hemen” sloganını ortaya attılar.
Wall Street’i İşgal Et, demek ki, bu politik taleplerin sonraki gelişimi ve değişimi olarak anlaşılmalıdır. Elbette protestoların açık ve anlaşılır mesajlarından biri, bankacıların ve finans endüstrisinin hiçbir şekilde bizi temsil etmemesidir: Wall Street için iyi olan, kesinlikle ülke (ya da) dünya için iyi değildir. Temsiliyetin en görünür başarısızlığının, insanların çıkarını temsil etmekle yükümlü olmasına rağmen aslında açıkça bankaları ve kredi kuruluşlarını temsil eden politikacılara ve politik partilere atfedilmesi gerekir. Böyle bir kabul, görünüşte naif ve basit bir soruya yol açar: Demokrasinin insanların kent, yani toplumsal ve ekonomik yaşamın bütünü üzerindeki yönetimi olduğu varsayılmaz mı? Bunun yerine politika, ekonomik ve finansal çıkarlara boyun eğer hale gelmiş durumda.
Wall Street’i İşgal Et protestolarının politik niteliği üzerinde ısrarla durmak derken, onları sırf Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki çekişmeler veya Obama yönetiminin geleceği zemininde değerlendirmeyi kastetmiyoruz. Eğer hareket devam ederse ve büyürse, elbette Beyaz Saray’ı veya Kongre’yi harekete geçmeye zorlayabilir ve hatta sonraki başkanlık seçimi döneminde önemli bir çekişme alanı haline gelebilir. Ama Obama ve George W. Bush yönetimlerinin her ikisi de, banka kurtarma operasyonlarının failidir; protestoların öne çıkardığı temsiliyet yetersizliği sorunu, her iki parti için de geçerlidir. Bu bağlamda İspanyolların “gerçek demokrasi, hemen” çağrısı, hem acil hem de meydan okuyan bir çağrıdır.
Kahire ve Tel Aviv’den Atina’ya, Madison’a, Madrid’e ve şimdi de New York’a yayılan bu farklı protesto eylemlerinin hepsi, mevcut politik temsili yapılardan duyulan hoşnutsuzluğu dile getiriyorsa, o zaman alternatif olarak ne sunuyorlar? Hedefledikleri “gerçek demokrasi” ne? Bununla ilgili en açık ipuçları, hareketlerin kendi iç örgütlenmelerinde, özellikle meydanlarda kamp kuranların yeni demokratik pratikleri deneyimleme biçimlerinde bulunabilir. Bu hareketlerin hepsi, bizim “çokluk biçimi” olarak adlandırdığımız şeye göre gelişmişlerdir ve çoğunlukla meclisler ve katılımcı karar-alma yapıları ile nitelenirler. (Bu bakımdan, Wall Street’i İşgal Et ve diğer pek çok gösterinin, en azından 1999’daki Seattle’den 2001’deki Cenova’ya uzanan küreselleşme karşıtı hareketler içinde derin kökleri olduğunu kabul etmek önemlidir.)
Bu hareketlerin çoğu, meydanların işgal edilmesinde işe yarayan Facebook ve Twitter gibi sosyal medya kanalları sayesinde oluşmuştur. Böyle network araçları, elbette hareket yaratmazlar, ama bazı bakımlardan yatay ağ yapılarına ve bizzat hareketlerin demokratik deneyimlerine uygun oldukları için işe yarayan araçlardır. Başka bir deyişle Twitter, sadece bir eylemin duyurulması için değil, büyük bir meclisin, belli bir karar hakkında görüşlerinin gerçek zamanlı biçimde oylanmasına olanak tanıdığı için de yararlıdır.
Çeviren: Münevver Çelik
Otonom yayıncılık editörü